Lütfen aramak istediğiniz kelimeyi yazıp Enter tuşuna basın..

Logo

Kullandığımız dil; bugün ne olduğumuzu, yarın ne olacağımızı belirler..

 MENÜ
MERKANTİLİZM
MERKANTİLİZM

Bilindiği gibi ulusal merkez bankaları altın vb. rezervlerini göz önünde tutarak kendi ulusal paralarını basıp tedavüle sokmaktadırlar. Ne var ki;  II. Dünya Savaşı sonrasında ABD 1944 yılında baskıyla dolara indeksli Bretton Woods düzenini diğer uluslara dayatmıştır. Böylelikle tüm dünyada bir dolarizasyon dönemi başlamıştır. Bu sistem denetimden de uzaktır. ABD dışındaki ülkeler de bu dolar baskısı ile ellerinde gerektiğinden fazla altın stok etmek gereksinimi duymaktadırlar. Ancak günümüz dünyasında dolara karşı dış ticarette karşılıklı ulusal paraların kullanılmasını öngören ve başını Çin, Rusya, Hindistan, G. Afrika Cumhuriyeti ve Brezilya gibi ülkelerin çektiği BIRCS para sistemi de kurulmuştur. Bu sistem uluslararası ticarette ABD dışındaki ülkelerin dolara olan bağımlılığını azaltacak ulusal paralar alınıp verilecek ve altına olan istem bir ölçüde gerileyecektir. Ulusal paraların karşılıklı kabul edilmesiyle ticarette altın alınıp verilmesi de bir ölçüde gerilemiş olacaktır.

PEŞKEŞ / PİŞKEŞ
PEŞKEŞ / PİŞKEŞ

Farsça çekmek eylemi kasıdan/ kaşıdan olarak, çekilmiş sözü de kaşıda yani keşide olarak söylenmektedir. İngilizce ve diğer birçok Avrupa dilinde keş para peşin ödenen para anlamına gelmektedir. Sözcüğün İngilizce yazılışı cash tir. Sözcük para kasası, nakit para anlamına gelmektedir. İtalyancası cassa, Almancası kasse şeklindedir. Sözcüğün Latincesi capsa olup capere eyleminden türemiştir. Bunun da kap ve kapasite sözcüklerine kaynaklık ettiği, İtalyanca cassa sözcüğünün de bunlarla ilintili olduğu söylenebilir. Farsça kasıdan eylemi ile benzerliğin bir fonetik çağrışımdan ibaret olduğunu söylemek zordur. Farsçadan Latinceye geçebileceğini de düşünmek olasıdır.

Yakın Dil
Yakın Dil

Yabancı deyimlere çok şaşırırız mesela, aman canım ne alakası var deriz. Kendi deyimlerimiz çok mantıklı olduğu için mi onları eleştirmeyiz yoksa üzerlerine hiç düşünmediğimiz için mi? Hiç anlamazdım mesela karga tulumba toplanmak ne demek. Anlamını bilirdim ama kargayla tulumbayla ne alakası vardı ki? Öğrendiğim sözcükler, bana fısıldayan karakterler ve içerideki kafası karışmış onlarca çocuk benim müzeden dışarıya farklı biri olarak çıkmama olanak sağladı. 

Persepolis ile ilgili olarak gezide tuttuğum notlardan- Parsayı Toplamak
Persepolis ile ilgili olarak gezide tuttuğum notlardan- Parsayı Toplamak

 İskender buraya gelip kenti ele geçirdikten sonra yukarıda anlatıldığı gibi zenginlikleri son parçasına kadar toplayıp   develerle, fillerle alıp götürdüğü için   " PARSAYI TOPLADI " sözü   halk arasında bir deyim olarak yerleşmiş. 

KUTU KUTU PENSE 
KUTU KUTU PENSE 

yabancı dillerden bir sözcük alınacak veya çeviri yapılacak ise sanırım biraz daha dikkatli olmakta yarar var diye düşünüyorum.  Katalitik soba demek zor geldiği için bir yöremizde halkımız bunun adını Katolik soba koymuştur. Yine oralet denen içecek yeni çıktığında halkımız kahvehanelerde söylemek isteyip de söyleyemediklerinden midir, yoksa çaya rakip olarak kabul etmek istemediklerinden midir, bilemiyoruz ama   “a” ve “e” seslerinin art arda gelişi Türk sözcük yapısına aykırı olduğundan oralet sözcüğünü bir türlü telaffuz etmek istememiş ve garsondan isterken " ondan " diye seslendirmiştir.  Granül halinde sıcak suya atılınca eriyen oraleti garsonlar da ocağa   "ondan" sözcüğü ile iletmeye başlamışlardır. Giderek oralet adı ondan'a evrilmiştir.  Ondan aşağı, ondan yukarı söylenir olmuştur. 5 no'lu masaya 3 çay, bir orta, 1 tane de ondan ... gibi

DAYAK CENNETTEN ÇIKMADIR
DAYAK CENNETTEN ÇIKMADIR

Dayak Cennetten Çıkmıştır atasözünün anlamını herhalde biraz olsun hafifletebilmek için olacak; Ziya Paşa tarafından söylenmiş bir özdeyişi de araya sıkıştırırlar. “Nush İle Uslanmayanı Etmeli Tekdir; Tekdir İle Uslanmayanın Hakkı Kötektir”. Yani nasihat ile yola gelmeyen azarlamalı, azar ve nasihat ile yola gelmeyenin ise hakkının dayak olacağı söylenmektedir. Ziya Paşa hiç olmaz ise dayak atmadan önce insanı uyarmayı ve öğüt vermeyi önermektedir.

BİR GÜNLÜK ZAMANIN BÖLÜMLERİ
BİR GÜNLÜK ZAMANIN BÖLÜMLERİ

Ancak sanayileşen toplumlarda iş saatleri havanın ağarmasından, kararmasından bağımsız olarak belirlenmeye başlamıştır. Günün bölümleri örneğin 09.45 veya 16.30 şeklinde adlandırılmaya başlanmıştır. Kuşluk ve ikindi ya da yatsı gibi sözcükler önemini yitirmiş ve kullanılmaya kullanılmaya unutulmaya yüz tutmuştur. Bugünkü gençliğin önemli bir bölümü bu sözcükleri ya hiç duymamakta veya ikindinin, kuşluğun hangi saatlere karşılık geldiğini bilmemektedir. Böyle bir durumda o gencimiz okuduğu bir romanda, öyküde veya şiirde yahut seyrettiği bir oyunda eğer kuşluk vakti diye bir söz geçiyorsa bunu anlamamaktadır. Anlamadan seyircisi olduğu o eserden yeterli bilgiyi alamamakta ve gerekli çıkarımlarda bulunamamaktadır.  Bu anlatılan nedenlerle dilin bu zenginliğini hepimizin değerlendirebilmesi için dilimizin sözcük dağarında yer alan her tür sözcük, kavram terim ve deyimleri bilmemiz gereklidir. 

ŞERİAT
ŞERİAT

Ancak dün olduğu gibi bugün de emperyalist güçlerin kendi sömürü düzenlerinin, kaynak ve pazar alanlarının genişlemesi veya var olan hegemonyalarının devamı için etnik ve din ayrımcılığını kışkırttıklarına tanık olmaktayız. Bu oyuna gelmemek, bu tuzağa düşmemek gerekmektedir. Dikkat edilecek olursa Batı uygarlığı kendi arasında din ve mezhep ayrımcılığı sorununu çözmüştür. Tarihte bedellerini ödemişler ama artık bu konuları sorun haline getirmemektedirler. İslam dünyasına gelince 1400 yıldır hep aynı sorunlar yaşanmakta, hep aynı acılar çekilmektedir. Batı dünyası bu sorunu akıl ve bilim ile çözmüştür. İslam dünyasının da aynı yolu izlemesinden başka bir kurtuluşu yoktur.

Türkçe Sorunları: BİRBİRİNE  KARIŞAN, KARIŞTIRILAN  İKİ KAVRAM:  EĞİTİM İLE ÖĞRETİM 
Türkçe Sorunları: BİRBİRİNE  KARIŞAN, KARIŞTIRILAN  İKİ KAVRAM:  EĞİTİM İLE ÖĞRETİM 

Batı dillerinde education teriminin kökenindeki besleme, terbiye etme, yetiştirme, (buradan da, ideoloji aşılama) anlamı kaybolmuş değil modern kullanımında da. Olumlu bulacağımız bir anlamı da olabiliyor, olumsuz bulacağımız bir anlamı da. Dolayısıyla, terimin bu iki yönü ne sonu gelmez tartışmalara, ne de yanlış uygulamalara yol açıyor o ülkelerde. Kelimenin anlamı kullanıldığı bağlamdan anlaşılabiliyor. İngilizce training, Fransızca entraînment kelimelerini Türkçeye eğitim diye çeviririz, ama bunlar bizim eğitime yüklediğimiz geniş kapsamlı anlama pek uygun düşmez; kastedilen, daha çok, yetenek, iş becerisi, maharet, alışkanlık kazandırma amaçlı uygulamalı işlerdir. Türkçede durum böyle değil. Bizde eğitim, genellikle, bu kelimeyi telaffuz  edenin dünya görüşüne, zihnindeki toplum modeline hizmet eden bir faaliyeti akla getirir.  Garip olan, Türkçede iki ayrı terim olduğu (hattâ bu terimler mevzuatta da geçtiği) halde, çoğunluğun  öğretim ile eğitimin sınırlarını çizmiyor, çizemiyor olmasında. O yüzden, bu iki terimin anlamları iç içe geçirildiği için anlamdaş oldukları izlenimi uyanmış. Ama bir sınır çizmek, neyin kastedildiğini anlayabilmek için karışıklığın önüne geçilmesi bir zorunluk.  Öğretim uluslararasıdır, bilimsel bilginin uluslararası ölçütlerine göre yürütülür;  oysa eğitim yereldir, ülkeden ülkeye değişir, devletler yönettikleri toplumlar için neyi uygun görürlerse ona göre düzenlerler eğitimi.    

SAPYOSEKSÜELLİK KAVRAMI ÜZERİNE (SAPIOSEXUALITÉ / SAPIOSEXUALITY)
SAPYOSEKSÜELLİK KAVRAMI ÜZERİNE (SAPIOSEXUALITÉ / SAPIOSEXUALITY)

Hiç kuşkusuz insanların güzel olmak isteklerini eleştirmek kimsenin ve özellikle de benim haddime düşmez. İsteyen istediği gibi kişisel bakım ve güzellik olanaklarından yararlanabilir,  yararlanmalıdır. Ancak tarafımdan eleştirilen şey “güzel” liğin araçsallaştırılmasıdır. Hem bu sektörden para kazananlar ve hem de bu sektöre para kazandıranlar esasen neye hizmet ettiklerinin ve toplumun kültürel değerlerini nasıl etkilediklerini bir kez daha düşünmelidir. Toplumsal yaşamda güzellik kadar önemli ve değerli başka şeyler de vardır. Bunlar sağlık, bilgi, erdem ve onur gibi şeylerdir. Fiziki özellikler, güzellik, görüntü vizyon ise bilgi, erdem gibi özellikler de yaşamın misyonudur. Üzerinde durmak istediğimiz vizyon ve misyon bütünselliği, ikisinin arasındaki uyumdur. Unutmamalı ki; dış görüntü göreceli ve geçicidir. Oysa onun dışında kalanlar ise kalıcıdır.

NOSTALJİ
NOSTALJİ

Bu hastalıklı düşüncenin nedenlerini değişime karşı duyulan korku sonucu geçmişe sığınma, geçmişseverlik, bir anlamda gericilik olarak tanımlayabiliriz. İlginçtir; nostalji yani gündedünü yaşamak isteği hep dündeki güzelliklerle sınırlı kalmaktadır. Ne ilginçtir bu insanlar “Biz Osmanlıyız, Osmanoğullarındanız diye ortaya çıkmaktadırlar.” Ama; şunu ya bilmiyor veya unutuyorlar. Anlatmak istedikleri ülke Türk Devletidir. O devleti yönetenler de Habsburg’ lar, Romanof’ lar, Tudor’lar  gibi Osmanlı Hanedanlığıdır. Yönetimi elinde tutan hanedanlık bütün ülke topraklarının (Memalik-i Osmaniye) nin kendilerine ait olduğunu, öldüklerinde bütün bu zenginliğin kendi soyundan gelenlere miras olarak kalacağının bilincindedirler. Hanedan bu inanç ile eğitilip büyümüşlerdir. Şimdi bizim nostalji tutkunları biz Osmanlıyız, biz Osmanoğullarındanız dedikleri anda Memalik-i Osmaniye’den hak talep eder duruma gelmektedirler. Böyle bir durumda yani mirastan pay ister duruma düştüklerinden başlarının bedenlerinden ayrılması zorunlu hale gelmiştir. Bu insanlara kardeş katlini caiz sayan Fatih Kanunnamesini anımsatmak umarım işe yarar.

AKIL DARALTICI ÖN YARGILARIMIZ / ZİHİN KÖRLÜĞÜ
AKIL DARALTICI ÖN YARGILARIMIZ / ZİHİN KÖRLÜĞÜ

Toplumun hangi kesimden olursa olsun, sorsanız İslam’ın, İmanın şartı (!) kaçtır diye alacağınız cevapları gülümseyerek karşılarsınız. Ama ben ….’ım diye yüksek sesle bir şeyler söyleyeceklerdir. Toplumun inanç sahibi büyük bir bölümü elinde olanaklar bulunduğu halde inandığı dinin dayanağını oluşturan kutsal kitabı Türk alfabesiyle aslını veya mealini okumamakta ve anlamamaktadır. Ayrıca mealini okursa inancının bozulacağına inanmaktadır. Bu yüzden okumayı reddetmektedir. Mealinin okunmasına da şiddetle karşı çıkmaktadır. Toplumun din eğitimi veren okulları ve diğerleri ne İslam’ın ve ne de diğer dinlerin kurallarını, tarihsel gelişimini yeteri kadar bilmemekte ve merak da etmemektedir. Başka bir dini öğrenmek dinden çıkmakla eş tutulmaktadır. İşin bir tuhaf yanı da inançlı, inançsız, dindar veya mütedeyyin olanlar değişik şekillerde bu konuların konuşulmasından tedirginlik duymakta, rahatsız olmaktadırlar. Kimse bir şey öğrenmek istememektedir.

TEVHİD VE HİLAFET KAVRAMLARI ÜZERİNE
TEVHİD VE HİLAFET KAVRAMLARI ÜZERİNE

Hilafet ve halifelik yukarıda da değinildiği gibi (TDV İslam Ansiklopedisi) İslam peygamberi Hz. Muhammed'in 632 yılındaki ölümünün ardından oluşturulan siyasi bir makamdı. Kur’an’da halifelik adıyla bir Kurum bulunmamaktadır. Hz. Muhammed’in ölümünden sonra ortaya çıkmıştır. Dört halifeye de o tarihlerde halife değil Emir-ül Müminin adı verilmiştir. Hz. Ali’nin öldürülmesinden sonra otoriteyi ele geçiren Muaviye ve devamında Emevî hanedanlığı seçimle iş başına gelmeyi sona erdirmiş ve halifeliği babadan oğula geçen bir kurum yapmıştır. Üç ayrı yerde halifelikler ilan edilmiş bir diğerinin can düşmanı olmuştur.  Hilafet bir devlet başkanlığı kurumudur. Halifelik sürekli iktidar kavgalarına neden olmuştur. Abbasiler Emevileri, Hülagu Han Abbasileri kılıçtan geçirmiştir. Endülüs’ te ise hilafet ortadan kaldırılmış, Mısırda Fatimi’ ler döneminde de önemini yitirmiştir. 1517 yılında ise Yavuz Selim halifeyi kolundan tutup İstanbul’ a getirmiştir. Uzun yıllar Osmanlı sultanları halifeliği hiç önemsememişler, şeyhülislamlarla yetinmişlerdir. İmparatorluk iyice çöküşe geçmeye başlayınca ve ülkenin birçok yerinde milliyetçi akımlar yükselmeye başlayınca Müslüman tebaa arasında istenen birliğin halifelikle sağlanabileceği düşünülmüş ama düşünüldüğü gibi olmamış, Arap nüfusun çoğunlukta olduğu birçok bölgede isyan ve ihanetler birbirini izlemiştir. En sonunda TBMM tarafından 03.03.1924 tarihinde hilafetin varlığına son verilmiştir.   Devletler zaman içinde halkın, ekonomik, toplumsal ve kültürel gereksinimleri doğrultusunda gelişirler ve değişirler, değişmek zorundadırlar. Osman bey zamanında kurulan beylik ile Fatih Sultan Mehmet dönemindeki devlet yapısı veya Sultan Abdülmecit dönemindeki devlet yapısı aynı değildi, olamazdı. Aynı şekilde II. Dünya Savaşı yaşandıktan her yer yanıp yıkıldıktan, bölgemizin ve dünyanın haritası yeniden çizildikten sonra Çanakkale ve Kurtuluş Savaşları sonrasında yeni bir devlet kurulduktan sonra devlet yönetiminin aynı kalacağı, değişen dünyada toplumun aynı eski anlayışlarla yönetileceğini, yönetilebileceğini düşünmek yanlıştır ve anlamsızdır.

MÜSTEHCEN VE ÇIPLAKLIK KAVRAMLARI ÜZERİNE
MÜSTEHCEN VE ÇIPLAKLIK KAVRAMLARI ÜZERİNE

Masalımız her zaman olduğu gibi “bir varmış bir yokmuş” diye başlıyor. Eski zamanlarda, ülkelerin birinde bir kral yaşarmış. Kralımız kibirli, her şeyin en iyisinin kendisi ve kendisine ait olan şeyler olduğunu düşünürmüş. Ve aynı zamanda süsüne püsüne de çok düşkünmüş. Günlerden bir gün komşu ülkelerden birinin üst düzey bir yetkilisinin ziyarete geleceği haberi gelmiş. Kralımız bu karşılaşmada kendisinin çok güzel görünmesini ve gelen konuğun kendisini çok beğenmesini istiyormuş. Bunun için de ülkenin dört bir yanına haberler salınmış. Ülkesinin en iyi kumaşçıları, terzileri saraya akın etmişler. Kral terzilerden tüm hünerlerini göstermelerini ve kendisine çok güzel bir giysi dikmelerini istemiş. Terziler diktikleri giysileri birer ikişer getirip göstermişler. Terzinin biri elinde askıyla huzura gelmiş, buyurun demiş. Kral nerede diye soracakmış ama terzi daha atak davranmış ve bu elbiseyi ancak akıllılar görebilir, sıradan kişiler göremez demiş. Kralımız akılsız duruma düşmemek için evet demiş ve görünmez giysiyi kabul etmiş terziyi de ödüllendirmiş. Bu görünmez giysi ile halkın arasına çıkmış, konuğunu neşe içinde karşılamış. Herkes ve gelen yabancı konuk şaşkınmış ama krala karşı hiç birinin bir şey söylemeye cesareti yokmuş. Kralımız ise şen şakrak konuğunun elini sıkmaya hazırlanıyormuş.  Tam o anda seyirciler arasında bulunan bir çocuk “kral çıplak, kral çıplak” diye bağırmış.

SİVİL TOPLUM KURULUŞU DEĞİL DEMOKRATİK TOPLUM KURULUŞU
SİVİL TOPLUM KURULUŞU DEĞİL DEMOKRATİK TOPLUM KURULUŞU

Yazının başında da söylediğimiz gibi her sanat dalının, her politik görüşün yaptığı işe uygun bir tarzı vardır. Bu tarzın en başında o kuruluşun kullanacağı retorik gelir. STK yukarıda anlatmaya çalıştığımız sakıncaları bir yana küreselleşmeci, emperyalist güçlerin retoriğinde yer alan bir kavramdır. Halk için halktan yana bir politik hareketin de mutlaka kendisinin bulup geliştireceği retoriği, sembolleri ve sloganları olmalıdır. Başkalarının, başka görüş ve ideolojilerin sembolleriyle, başkalarından ödünç alınan, kiralanan söylemlerle başarılı olunamaz. Halkın mücadele geleneğinde yeri olan ama unutulan, unutturulan ancak bu hareketi en iyi ifade edebilecek ad yeniden güncellenebilir. STK yerine DTK Demokratik Toplum Kuruluşu denebilir. Başkaları bu adı kullanmasa bile demokratik kitle örgütleri kendi adlarını ısrarla DTK olarak kullanmaları gerekmektedir.

ZEHİRİ ZEHİR YAPAN DOZUDUR (DOSIS FACIT VENONIUM)
ZEHİRİ ZEHİR YAPAN DOZUDUR (DOSIS FACIT VENONIUM)

Doğru ile yanlış, iyi ile kötü, güzel ile çirkin birbirinin karşıtıdırlar. Ancak bunlardan biri olmadan diğeri olamaz. Örneğin sıcak olmadan soğuk, soğuk olmadan sıcak olmaz, olamaz. Dostluk olmadan düşmanlık nedir bilinemez, anlaşılamaz. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bunlar bir bütünün iki parçasıdır. Bu diyalektik bütünlükte karşıtlar aynı zamanda iç içedir. Varlığın içinde yokluk da vardır. Var olan şeyin içinde yok olan da bir oranda bulunmaktadır. Örneğin doğum içinde uzak ya da yakın bir ölüm mutlaka vardır. 1931 tarihli Kadın erkek ortalamasına göre hazırlanmış Fransız PMF cetvellerini esas alan aktüerya hesaplarında “bakiye ömür süresi”  20 yaşında bir genç ile (20+45.90=65,90) 45 yaşındaki bir yetişkin için ( 45+25,64=70,64) aynı ömür süresi olmaz. Bu cetvellerde de görüldüğü her canlı doğmaya başlar başlamaz ölmeye de başlamıştır. Uzakdoğulu Taocu ve Konfüçyüsçü Çinli düşünürler bunu Yin ve Yang olarak klişeleştirmişlerdir.

UMUT VE SEVGİ HER ZORLUĞU YENER ya da PANDORA'NIN KUTUSU
UMUT VE SEVGİ HER ZORLUĞU YENER ya da PANDORA'NIN KUTUSU

2023 gitti. Yeni bir yıl başladı. Yaşıyoruz, çok şükür nefes alıyoruz, veriyoruz. Bu demektir ki umut içeride, umut içimizde,  bizimle. Kutudan geride bıraktığımız yıl boyunca onca kötülük, acı keder dışarıya çıktı, yerlere saçıldı. Depremler, savaşlar, baskılar, zulümler, talan sömürü...  Ama içeride, içimizde umut var. O sapasağlam duruyor. 

SADAKA VE SADAKAT
SADAKA VE SADAKAT

Sadaka ile özveri ve sadaka ile fedakârlık kavramlarını birbirine karıştırmamak gerekir. Özveride karşı tarafın yoksul veya varlıklı olması ve verilen şeyin parasal değeri önemli değildir. Fedakârlık kavramı içinde kendisi için çok kez önemli olmayan şeyler yani feda edilebilecek kadar küçük şeyler söz konusudur. Sadaka kavramında ise daha çok feda edilebilecek küçük, önemsiz şeyler yer alır. Yukarıda sadaka sözcüğünün anlamlarını incelerken bunu belirlemiştik. Belki de sadaka, özveri, fedakârlık gibi kavramları daha sağlıklı bir yere oturtabilmek için yabancı bir terime, altruizm sözcüğüne başvurmamız gerekmektedir. Altruizm teriminin birey ve toplum ilişkilerinde ikisinin birbirlerine karşı hak ve yükümlülüklerini belirlemede daha kullanışlı olduğunu düşünmekteyim.

HAMİLELİK ŞÜPHESİ
HAMİLELİK ŞÜPHESİ

Bizim eskiden güzelim cankurtaranlarımız vardı. Sahi, ne oldu, nereye gitti bizim cankurtaranlarımız? Neden cankurtaran sözcüğünü attık, niçin unuttuk? Şimdi çocuklar cankurtaran deyince canavar gibi bir şey algılıyorlar. Birilerinin haberi var mı acaba? Yoksa bizim tam da istediğimiz buydu, başardık mı derler?   Ambulans/ Ambulance deyince ne değişti? S harfini ters döndürünce ne değişti?  İzninizle ben söyleyeyim.  Olan dilimize oldu, dilimiz bozuldu. Herkes emergency aşağı, emergency yukarı. Böyle yazıyor böyle konuşuyor. Ben emergency denen sözcüğü bilmiyorum, bilmek de istemiyorum. Yakın bir zamanda acil sözcüğünü de unutursak kimse şaşırmasın!    Hanımlar beyler ben bir “dil milliyetçisi” falan değilim, ama ne olur şu güzelim dilimize kıymayın, bizleri, dilsiz, ahraz bırakmayın (!) 

FİKRE SAYGI KONUSUNA KÜÇÜK BİR DOKUNUŞ
FİKRE SAYGI KONUSUNA KÜÇÜK BİR DOKUNUŞ

 Bu açıdan baktığımızda gözlem ve deneye dayanmayan fikirler her zaman kanıtlanabilir bilgi karşısında güçsüz kalırlar.  Bu tür fikirlerde ısrar edenler güç kazanabilmek için fiziki güçten destek ararlar. Saf aklın ürettiği fikir yerine aklın deneyimlerle elde ettiği bilgilere dayanmak ve güvenmek ise bize güç, kendimize güven ve başarı getirecektir.    Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak şeklinde ortaya çıkan durum toplumumuzun ne yazık ki acı bir gerçeğidir. Öncelikle şu bilinmelidir ki; fikir sahibi olabilmek için yeterli bilgiye, bilgi birikimine gereklilik vardır. Eğer bu birikim yoksa fikir adıyla söylediğimiz şeylerin hepsi içi boş sözlerden, gevezeliklerden ibaret kalır. Böyle olunca da toplumda ne düzgün bir iletişim olur ve ne de kültürel ve bilimsel bir gelişim sağlanabilir.

İZLEMEK / İZCİ - İZCİLİK 
İZLEMEK / İZCİ - İZCİLİK 

Bu eylem dilimizde bir anlam genişlemesine uğramıştır. Örneğin bir spor karşılaşması, sinema, tiyatro, konser gibi bir sahne gösterisini seyretmek izcin de “izlemek” kavramı kullanılmaktadır. Buradaki izlemek sözcüğünün doğru olmadığını belirtmek isterim.   Televizyon karşısına geçip çayını sigarasını içen, arada bir çekirdeğini çitleten seyircinin herhangi bir şey izlediğini söylemek olası değildir. İzlemek için bir yerden bir yere gitmek, hareket etmek gerekmektedir. Oysa bizim spor meraklımız yerinde oturmaktadır. Arada bir tuttuğu takımın attığı veya yediği gollere göre sesi, volkan gibi gürlemektedir. Bir salonda bale gösterisi seyreden kişiyi göz önüne getirin. Sorun ne yapıyorsun diye; size bale izliyorum diyebilecektir. Çekinmeyin, lütfen nasıl diye sorun. Alacağınız yanıt yoktur. Çünkü bu seyircinin koltuğundan kalkıp balerinleri, baletleri izleme olanağı yoktur, olamaz.

BULUTTAN NEM KAPMAK
BULUTTAN NEM KAPMAK

Özlü sözlerin sahipleri biliniyorsa onlara aforizma (Fransızca aphorisme- eski Yunanca aphorismos’ dan) ve bazen de yaşanmışlıkları anlatırlar.  İtiraf sözcüğünün karşılığı İngilizcede /confession, Fransızcada/ admission ve Almancada/ zulassung’ dur. İtirafların içinde kişisel olan ve günah çıkarma, kusurunu kabullenme şeklinde olanlar konumuz dışındadır. Bunlara özlü söz diyebilmemiz için toplumu ilgilendirmesi ve hatta evrensel bir niteliğinin bulunması gerekmektedir. Aforizmalar nükte ve özlü sözler bilgeliklerin bir anlatım aracı olmuşlardır. Ünlü modern aforistler arasında Friedrich Nietzsche ve Oscar Wilde adı öne çıkmaktadır.

ŞAMAR OĞLANI ve 24 KASIM ÖĞRETMELER GÜNÜ
ŞAMAR OĞLANI ve 24 KASIM ÖĞRETMELER GÜNÜ

“Şamar Oğlanı” kavramının yaşandığı karanlık günlerden bu günlere gelmenin ne demek olduğunu bilerek bizlere okumayı, yazmayı ve dünyaları öğreten, bizleri çağdaş, hümanist, laik, demokrat bireyler olarak yetiştiren öğretmenlerimize şükranlarımızı ve saygılarımızı sunuyoruz.

PISA NEDİR?
PISA NEDİR?

PISA' nın amacı, öğrencilerin okulda öğrendikleri bilgi ve becerileri günlük yaşamda kullanma yeteneklerini ölçmektir. Gençlerin aralarında dostluk, dayanışma ve rekabet duygularını geliştirmek, öğrenme merak ve isteklerini, derslerdeki ilgi ve başarı düzeylerini ve öğrenme ortamları ile ilgili seçimlerini belirlemeye yardımcı olmaktır PISA' da zorunlu eğitimlerinin sonunda örgün eğitimlerini sürdüren 15 yaş grubundaki öğrencilerin; a) Matematik okuryazarlığı, b) Fen Bilimleri okuryazarlığı ve c) Okuma Becerileri konularında değerlendirme ve sıralama yapmak.   Bunların dışında, öğrencilerin tepki ve davranışları, kendileriyle ilgili görüşleri, öğrenme biçimleri, okul ve aile ortamlarına ilişkin verileri toplanmak. PISA değerlendirmelerinde "okuryazarlık" kavramının anlamı: Öğrencilerin bilgi ve becerilerinin artırılarak onların toplum ilişkilerine daha etkin katılımlarının sağlanmasıdır.

ŞOFÖR ve ŞOFBEN KAVRAMLARI
ŞOFÖR ve ŞOFBEN KAVRAMLARI

Şofben ise Fransızca chauffe-bain şeklinde bir birleşik sözcüktür. Bizde bu iki sözcük birleştirilerek şofben şeklinde tek bir sözcük olarak kullanılmaktadır. Fransızcadaki sözcük chauffer/ ısıtmak eyleminden türetilmiştir. Fransızcaya da Latinceden girmiştir. Calefactio ısıtma yine Latincedeki calofacere sözcüğünden alıntıdır. Calo/calori ısı, sıcaklık fact da yapmak, etmek eyleminin birleştirilmesi ile bulunmuştur. Latincede banyo karşılığı bain sözcüğü vardır. İngilizce bath. Bu ikisi balneum şeklini almaktadır. Latince bire bir karşılık olarak aqua calefacientis/ su ısıtan-ısıtıcı. Doğrusunu söylemek gerekir ise Latinceden Fransızcaya sözcük kotarırken ses ve söz dizimine uyulduğu söylenemez.  Her ne ise sorunumuz Latinceden Fransızcaya değil Fransızcadan Türkçeye geçiş sorunudur. Şofben sözü dilimize sorunsuz aktarılmış ancak iki sözcük birleştirilerek tek sözcük haline getirilmiştir.

ÖLÜM - ÖLÜ ve SONRASI
ÖLÜM - ÖLÜ ve SONRASI

Biz sağlar, sevdiğimiz kişileri cennete, sevmediklerimizi cehenneme göndeririz yahut olanların cennetlik veya cehennemlik olduğunu düşünürüz. Sevdiklerimizi “rahmet” le anar, onlara rahmetli ya da rahmetlik deriz. Sevmediklerimizi de henüz başka bir dünyaya gitmeden ayrı bir mezarlığa koyarız. O mezarlığın adını Çetin Altan ağabeyimizden öğrenmiştim. “Lanetliler Mezarlığı. Bu kavram çok hoşuma gitmişti. Bu mezarlık için benim ek, naçizane bir önerim var. Böylelerinin her birinin mezarı başına bir hokka konmalı, diğerlerine çiçek getirilirken bunların mezarının başına konacak olan bu hokkaya tükürülmelidir.  Bu patenti Çetin Altan’a ait olan kavramın bu dünyada kötülük için yaşayanlar için caydırıcı olmasını dilerim. Yalnızca İslam’da değil diğer dinlerde de cennet hep yeşillik, sulak, güllük gülistanlık, bülbüllerin ötüştüğü bir yer olarak tanımlanmaktadır. Cennet sözcüğü Arapçada canna, Aramca ganna olarak söylenmektedir. Cennet etrafı çevrili bahçe, korunmuş yer anlamındadır. Arapça’da ravza da aynı anlama kullanılmaktadır. Eski Yunancada aynı anlamlardaki sözcük paradeisos’ tur. Bu günkü Batı dillerinde cennetin adı paradis, paradise’ dir. Aynı anlama karşılık olan sözcümler İngilizce heaven, Fransızca ve İngilizcede elysium’ dur. Paris’ te Concord ve Étoile meydanları arasındaki cadde ve buna paralel olan saray de aynı adla anılır. Avenue des Champs-Élysées, Palais des Champs Elysées cennet bahçeleri sözlerinden alıntıdır. Bilindiği gibi Dante Alighieri’nin ünlü Grande (divina) Comoedia’sını İt. Grande Commedia bölümleri de Cehennem (İtalyanca: Inferno), Araf (İtalyanca: Purgatorio) ve Cennet (İtalyanca: Paradiso)’ dur. Aynı şekilde cehennem sözcüğünün aslı da Arapça cahannam olup İbranice ge hinnom sözcüğünden alınmıştır. Kudüs yakınlarındaki ge hinnom, gözyaşı vadisi dikkate alınarak türetilmiştir. Gehenna olarak türetilmiştir. Bu köklerden hareketle sözcük dilimize cehennem morfolojisiyle girmiştir. Selçuklu ve Osmanlı hanedanlıkları döneminde Türkçede bulunan tamu, tamuğ sözcükleri geriye çekilmiştir.   

MNEMOSYNE (Bellek, Anımsama ve Akılda Tutma Tanrıçası)
MNEMOSYNE (Bellek, Anımsama ve Akılda Tutma Tanrıçası)

Dünün kitaplıklarını dolduran on binlerce cilt kitap şimdi bir küçük bilgisayarın örneğin 1 TB’ lik hard diskine kolayca sığmaktadır. Üstelik ulaşımı da bir kitaplığa gitmekten,  kitapların arasında arayıp bulmaktan çok, çok daha kolaydır. Bütün bunlar çalışma masamızdan kalkmadan gerçekleşebilmektedir. Bu nedenle bir ansiklopediyi veya bir kutsal metni sayfa sayfa ezberlemeye hiç gerek yoktur. İnternet bağlantılı bir küçük bilgisayar veya cep telefonu yahut da şimdilerde moda olan bir suflör prompter sorunu çözümleyebiliyor. Unutmayalım hafızların bütün işi hafızalarında hıfzettikleri verileri istendiği anda tekrar etmekten ibarettir. Hafızlar ne yeni bir şey üretebilir ve ne de yaratabilirler. Hafızlıkla, fırında ekmek pişmez, laboratuvarda bir aşı da bulunmaz, yeni bir kıta da keşfedilmez. Ekmeği fırıncı, aşıyı hekim ve yeni kıtayı da kâşifler bulur, keşfederler. Hafızlar ise gözünü kapatıp başlarını sallarlar ve hazır bilgileri seslendirirler. Bu anlatmaya çalıştığımız nedenlerle bellek tanrıçamızı da fazla zora sokmayalım. Ezber ile belleğimizi fazla yormayalım. O zamanımızı ve enerjimizi daha iyi şeylere ayıralım.   Bir şeyi veya olayı bellekte hazır tutmaya ve o verileri anımsayıp güncelleyerek tazelemeye, onlarla yeni bir şeyler tasarlayıp yapmaya, yaratmaya, gelecekte olabilecek şeyleri öngörmeye, kullanmaya da anımsama, hatırlama diyebiliriz.

THESEUS’ UN GEMİSİ PARADOKSU
THESEUS’ UN GEMİSİ PARADOKSU

Tıp ve teknoloji büyük bir hızla ilerliyor? Dünyada canlıdan canlıya ilk böbrek nakli 1947 yılında Amerika Birleşik Devletlerinin Boston kentinde, ilk başarılı kalp nakli de Güney Afrika Cumhuriyetinde Cape Town/Beaufort West kentinde 1967 yılında Dr. Christian Barnard tarafından yapılmıştır. Şimdi bu organ yenilemelerinin sayısını aynı insan üzerinde artıralım. Kalp, karaciğer, el, kol derken tüm organların değiştirildiğini varsayalım. Hastamız uzun ömürlü ve yenilenen organlarla sağlığı daha da yüksek bir düzeye ulaşmaktadır. Yenileme işlemleri yüzde yüze ulaştığını düşünelim. Bu hastamızın adına hala Ali demeye devam edecek miyiz yoksa Ahmet + Mehmet + Ayşe…xn mi diyeceğiz?

ŞAMAR OĞLANI ve 24 KASIM ÖĞRETMELER GÜNÜ
ŞAMAR OĞLANI ve 24 KASIM ÖĞRETMELER GÜNÜ

Bunları okurken aklınıza belki  “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” atasözümüzü ya da  “eşeğini dövemeyen semerini döver” atasözümüzü anımsayacak, gücünün yetmediğini döğemeyince hırsını semerden alan insanı düşünüp gülümseyeceksiniz. Ya o “günah keçisi” kavramı. Suçsuz olduğu veya çok küçük bir suçu olduğu bilindiği halde başarısızlığın, istenmeyen kötü sonucun bütün sorumluluğunun bir kişiye yüklendiği, hıncın bir kişiden alınmak istendiği dramatik olayı göz önüne getirelim.

IKAROS
IKAROS

Babamız veya bir başkası çok değerli, çok ünlü bir mimar olabilir. Ona çok inanabilir, onu çok sevebilir ve çok güvenebiliriz. Bize hazineler dolusu zenginlik ve bilgi de vermiş olabilir. Bunlar bizler için güçlü birer kolaylaştırıcıdır. Ama artık bundan sonrası bize kalmıştır. Bir düşünceyi eyleme koyduktan sonra yeni durumları göz önünde tutmak zorundayız. Küçük başarılarla ne oldum delisi olmamamız gerekmektedir. Çevremizde gelişen yeni olayları ve kişileri bana bir şey olmaz diye umursamamak, önlem almamak, hor görmek ve kibirlenmek acı sonu kaçınılmaz olarak beraberinde getirecektir.

LABYRINTHOS / LABİRENT
LABYRINTHOS / LABİRENT

Bu kavramı dilimize sokan öykü antik Yunan’dan geliyor. Girit kralı Minos, ünlü mimar, heykeltıraş ve mühendis Daidalos’ a yaptırdığı ve içinde Minotauros’u sakladığı yapı için bu ad kullanılmış. Azra Erhat’ ın da Mitoloji Sözlüğü’ nde belirttiği gibi sözcük aslında Yunanca değil Anadolu dillerinden türetilmiştir. Ancak Girit’ te yapılmış olan bu yapı yeraltında değil yerin üstünde bin bir göz oda, koridor ve odacıktan oluşmaktadır. Söylenceye göre Thesseus’un  Minotauros’ u öldürmesi gerekmektedir. Minos ile Pasiphae’nin kızları Ariadne Theseus’un eline bir yumak iplik verir. Thesseus da bu sayede yolunu yitirmeden labyrinthos’ tan kolayca çıkar.

PYGMALION
PYGMALION

Dünya sinemasından da Julia Roberts ve Richard Gere gibi oyuncuların rollerini paylaştığı 1990 ABD Garry Marshall yapımı romantik komedi türündeki Pretty Woman filmi örnek gösterilmektedir. Filmde zengin ve yakışıklı işadamı Edward, bir gün New York'un hareketli caddelerinde, yaşantısının tam zıddı bir hayat yaşayan güzeller güzeli Vivian ile karşılaşır. Bu beklenmedik karşılaşma, birlikte geçirdikleri büyülü ve unutulmaz bir geceye dönüşür. Vivian, zengin ve lüks yaşamın tadını çıkarırken, en lüks otellerde kalarak ve zengin kıyafetler giyerek bambaşka bir hafta geçirir. Ancak, Edward'a karşı duyduğu hislerin derinleşmeye başladığını fark eder. Korkuları, yaşam standartlarının farklılığının aralarındaki duyguların önüne geçeceği yönündedir ve bu sebeple Edward'dan uzaklaşmaya karar verir. Ancak aşkın gücü, bu rüya gibi geçen haftalarını gerçek hayata dönüştürmeye yetecektir. Sonunda ne yaşam standartlarındaki farklılık, ne de başka bir şey önemli olacaktır. Bu süreçte, hem Edward hem de Vivian, aşkın tüm engelleri aşabilecek bir güç olduğunu anlarlar. Pygmalion etkisi Rosenthal etkisi olarak da anılmaktadır. Yüksek beklentilerin belirli bir alanda daha iyi, daha verimli bir duruma yol açtığına inanılan ruhsal olgu için kullanılmaktadır. Rosenthal bu düşüncelerini öğretmenlerin öğrencilerinin başarı düzeyini etkileyen öğrencilerin beklentilerine uygulayarak incelemiştir. Rosental ve onun gibi düşünenlerin vardıkları sonuçlar bu görselde özetlenmektedir. Pygmalion etkisinin aksi yönde olan kavram ise yukarda sözünü ettiğimiz Golem etkisidir. Bu olgu da Golem söylencesi çerçevesinde ele alıp değerlendirmektedir. Yahudi mitolojisinde yer alan Golem, 16. yüzyılda Praglı Haha Judah Loew ben Bezalel tarafından yaratılmış bir canavardır. Anlatılanlara göre yaratıcısına hizmet edebilmesi için ve kilden yapılmıştır. Yahudilikte dinlenme ve ibadet günü olarak kabul edilen Şabat Günü yani cumartesi günü, Golem’ in kapalı tutulması gerekmektedir. Fakat Haham Judah Loew ben Bezalel, Golem’i kapatmayı unutur ve Golem, Şabat’ta kendi hâline bırakılırsa kendisinde ve kendisi gibi düşünen Yahudi topluluğunda büyük bir yıkım oluşturacağı beklentisi oluşturur. Bu efsane çerçevesinde Golem etkisine genel olarak bakıldığında kendini gerçekleştiren kehanetlerin olumsuz etkilerine odaklanan kişilerin endişelerini temsil eder ve düşük beklentilerin üzerindeki zayıflığı gösterir.

NARKİSSOS ve METAMORPHOSE
NARKİSSOS ve METAMORPHOSE

Kendi adıma şunu söylemek istiyorum. Narkissos’un kendisini beğenmesi ile Hitler’in kendisini beğenmesi arasında çok önemli bir fark bulunmaktadır. Söylencemizde dikkat edilecek olursa kahramanımızın bu ruhsal durumunun zararı kendisine dönüktür. Sudaki hayalini sevmiş, yemeden içmeden kesilmiş ve bu nedenle de ölmüştür. Narkissos pasif bir durumdadır. Bir başkasını sevmek zorunluğu ise bana göre kabul edilemez. Hitler ve başkaca örneklerde tam aksi yöndedir ve  bunlar aktif bir rol oynarlar. Bu rollerini oynarlarken de kendilerine değil kendi dışındakilere acımasızca zararlar verirler.  Doğrusunu söylemek gerekirse ben kahramanımız Narkissos’a büyük haksızlık yapıldığı kanısındayım. Hitler ve benzerleri için bir niteleme yapılacaksa psikologların da edebiyatçıların da başka bir kapıya gitmesi gerektiğini düşünüyorum. Hubris eğer küstahlık ve megalomani ise Narkissos’un küstah olduğunu da söyleyemeyiz. Kendisinin güzelliğine âşık olması niçin megalomani olsun ki! İzniniz olursa kahramanımızın avukatlığını yapmaya, onu savunmaya ben devam etmek istiyorum. 

YARGININ MİLLİSİ OLMAZ
YARGININ MİLLİSİ OLMAZ

Kavramlar konusunda en çok duyarlı olmamız gereken alanlardan biri de hukuktur. Bir hukuk belgesinde bir virgülün yeri bile bir kişinin veya topluluğun haksız bir şey edinmesine veya hak yoksunluğuna uğramasına neden olabilmektedir. Yazının başında sözünü ettiğim gibi yargının milli bir niteliğinin olamayacağını, hukukun evrensel olduğunu, hukukun üstünlüğü düşüncesinin toplumları ayakta tutan en önemli bir dayanak olduğunu belirtmek istiyorum.

ANACHRONISME / ANAKRONİZM 
ANACHRONISME / ANAKRONİZM 

Hiç kuşkusuz ister bireysel olsun ister toplumsal veya örgütsel olsun, yaşanmış olaylar nesnel bir bakış açısıyla değerlendirilirken nedenleri, oluş şekli ve sonuçları incelenecek ve yapılan yanlışlar bir bir sayılacaktır. Bu yanlışlar için mutlaka özeleştiri yapılacaktır. Bu özeleştiri doğrultusunda da yapılması gereken şeylere karar verilip uygulamaya geçilecektir.  Kuşkusuz akıl daraltıcılar anakronizm hastalığından ibaret değildir. Kendimizin veya bağlı olduğumuz topluluğun bizi koşullandırması nedeniyle sahibi olduğumuz duygusallıklar, dogmalar düşüncelerimizi karartmamalıdır. Olayın bir tarafı biz olduğumuzda da karşı tarafın yaptığının doğru, haklı olabileceğini asla gözden ırak tutmamamız gerekmektedir. Zaman zaman karşı tarafın yerine kendimizi koyup, empati yapıp ben olsam ne yapardım, bu olay nasıl olurdu diye düşünebilmeliyiz.

ÜMMET – MİLLET
ÜMMET – MİLLET

ümmet sözcüğü aynı anadan doğanları kapsamaktadır. Yani bir soyu,  ırkı, kavmi kapsamaktadır. Peygamber Hz. Muhammed döneminin başında ümmet ile amaçlanan topluluk Medine Sözleşmesin yapılmasıyla birlikte anlamını yitirmeye başlamıştır. Bu tarihe kadar yalnızca Arap annelerden doğmuş olanlar için kararlar alınıp uygulanırken bu tarihten sonra yani İslam’ın yayılması ile Sami ırkından ve Arap soyundan olmayanların da Müslüman olmalarıyla ümmet kavramının gözden geçirilmesi gerekmiştir. Bu değişiklik bir ölçüde soy ölçütüne inanç birliği ölçütünün eklenmesiyle sağlanmak istenmiştir. Zaman içinde kapitalist üretim tarzı ise bu kavramı da eskitmiş. Sistem yani pazar için üretim tarzı insanların neye inandıkları ile değil ödeyecekleri para ile ilgilenir olmuştur. Bu anlayış çevresinde hukuk sistemi de insanlar arasında kullanılan dil de değişmek zorunda kalmıştır.

O SINIR TAŞLARINIZ, O DUVARLARINIZ…
O SINIR TAŞLARINIZ, O DUVARLARINIZ…

Bunların hepsinin temelinde “hakk-hak” dediğimiz o kavram bulunuyor. Bir ozanımız çıkıyor “Mal sahibi, mülk sahibi - Hani bunun ilk sahibi” diye bir soru ortaya atıyor ama hiç kimse oralıklı olmuyor. Herkes bildiğini okuyor, hak sahibi olmayanlar da sıranın kendisine gelmesini bekliyorlar.  Şu zavallı tanrı oraya bostan korkuluğu gibi ayaksız, hareketsiz dikilmiş ama hiçbir işe yaramamış. Sözüm ona bekçi ama neyi beklediğinin asla farkında değil. Öte yandan üstlendiği bekçiliği de beceremiyor. Çalanlar çalmaya devam ediyor. Çaldın-çalmadın derken kızılca kıyametler kopuyor, insanlar birbirlerinin kanlarını akıtıyorlar. İnsanlar geç de olsa dönen bu fırıldağın rüzgârını merak etmişler. Rüzgârın nereden estiğini araştırmışlar. Keşişlemeden esen rüzgâr ile hesaplaşmak istemişler. Örneğin gazeteciler çıkmış  Sınır Tanımayan Gazeteciler Örneğin doktorlar çıkmış  Sınır Tanımayan Doktorlar adı altında birleşmişler, ağaların, beylerin, devletlerin koyduğu sınırları aşmışlar. Biz avukatların da bir derneği var. STAD. Sınır Tanımayan Avukatlar Derneği Bi avukatlar da derlenip toplanalım, STAD olarak var olan örgütte güçlerimizi birleştirelim. Sınırları kaldıralım, insana, kamuya, doğaya ve ortak geleceğimize yönelen saldırılar nereden geliyorsa oraya gidelim.  Mesleğimizin gücü şahsi mülkiyetin gücünden daha üstündür, doğaya ve insana, insan onuruna daha uygundur.

KUTLAMA/ ANMA – SON AKŞAM YEMEĞİ
KUTLAMA/ ANMA – SON AKŞAM YEMEĞİ

Yukarıda kutlama ve anma sözcüklerinin sözlük anlamlarını kısaca özetledik. Kutlamada sevindirici bir haber, kazanılmış bir utku, uğur, talih, kutsanmış veya yüceltilmiş bir değer söz konusudur. Kutlamada bir kıvanç vardır, bir övünç vardır. Kutlanacak olan bir olayın geçmişteki bir kişi veya olay olması gerekmez. Geçmiş ve yaşanmakta olan olaylar aynı tarzda kutlanabilir. Kutlama kavramının içinde yaşamsal bir canlılık vardır. Doğum günleri için kutlama, ölüm günleri için anma söz konusu olur. Örneğin bir yakınınız okuduğu okulu bitirmiştir, onu kutlarsınız, müzik, spor veya başka bir dalda başarısı vardır, kutlarsınız. Aynı şekilde varlığını sürdüren, varlığı ile sevinç yaratan Cumhuriyet kutlanmaktadır. Cumhuriyeti kuran kişiler kutlanmaz, artık onlar için kutlama kavramı anlamını tamamlamıştır. Onların bu kuşaklara bıraktığı Cumhuriyet yaşamaktadır, kutlanan da Cumhuriyettir, onun ilkeleri ve devrimleridir.

MISOPHONIA-misofoni & AMUSIA - amuzi
MISOPHONIA-misofoni & AMUSIA - amuzi

Ben son olarak diyorum ki; acaba benim gibi olanlar yani müzik yerine bize dayatılan o gürültülerden rahatsız olanlar yan yana gelsek de etkili ve yetkili olanlara sesimizi duyursak nasıl olur diye düşünüyorum. Biliyorum, ne yazık ki bunlar çok umarsız şeyler gibi görünüyor. Biliyorum ama hiçbir şey yapmadan oturup kalmak da içime sinmiyor. Önerdiğim yol beğenilmiyorsa hep söylendiği gibi yeni bir yol denemeliyiz. Eğer hiç yol yoksa da yeni bir yol açmalıyız. 

YAS VE YAS TUTMA
YAS VE YAS TUTMA

Ortadoğu’da yaşanmakta olan trajedi yas tutmayı değil üzerinde kısa, orta ve uzun vadeli politika perspektifleri içinde düşünmeyi gerektirmektedir. Sadece insani yardım amaçlarıyla sınırlı bir düşünce yeterli değildir. Bu bölgede akan kanı durdurduktan sonra kalkınmayı, kalıcı bir barışı sağlayıcı plan ve programlar uygulanmalıdır. Yapılması gerekenler bölge insanları, komşu ülkeler ve Birleşmiş Milletler için bunlardır. Bunlardaki çaresizliği gizlemek, bir şeyler yapmış olmak görüntüsü vermek için yas ilan edilmesi, kendi adıma söyleyeyim, doğru bir karar değildir. Hele de benzer maceralar yaşamış, emperyalizmin satırının altından kıl payı kurtulmuş bir halkın laik, demokratik bir hukuk devleti ülküsünü sağlam bir temele oturtmuş olmanın kıvancını, bu coşkunun 100. Yılını kutlamaktan vazgeçmek büyük yanlıştır. Türkiye 100 yıllık deneyimleri ile dünya halklarına örnek olabilecekken sanki bu bir kusur imiş gibi kutlamaktan sakınmak, çekinmek başka amaçlara hizmet eder. 

TERÖR / TERÖRİZM ve HEROSTRATOS
TERÖR / TERÖRİZM ve HEROSTRATOS

20. Yüzyılın sonlarında ve 21. Yüzyılın başlarında insanlığın başını ağrıtan en önemli konulardan bir tanesi hiç kuşkusuz terör ve terör olaylarıdır. Bu soruna bir çözüm aranacaksa öncelikle terör kavramının serinkanlı bir tanımının yapılması gerekmektedir. Terör kavramı gerek ulusal ve gerekse uluslararası hukuksal düzenlemelerde sanıldığının aksine tanımlanması çok zor olan bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Aynı zorluk, terör örgütü, terör amaçlı örgütlenme suçlarını oluşturan eylemler için de söz konusudur. En pratik tanım pozitif hukuk normları esas alınarak yapılabilecek bir tanımdır. Buna göre yasada öngörülen suç tiplerine giren suçlar terör suçunun konusunu oluştururlar. Bunun karşıt kavramına göre yasada tanımlanmamış eylemler terör suçu olarak nitelendirilemeyecek demektir. Başka bir anlatımla terör suçlarının adi suç kavramı dışında olması gerekmektedir. Bu ayrım eylemin yaptırımı açısından çok önemli olmaktadır.

MARKA – MODA KAVRAMLARINA KÜÇÜK BİR DOKUNUŞ
MARKA – MODA KAVRAMLARINA KÜÇÜK BİR DOKUNUŞ

Gençler, öğrenciler örneği ‘kızım sana söylüyorum gelinim sen anla’ deyimine döndü. Yetişkinlerimiz ise hayatın her alanında hangi yolla elde ettikleri veya edemedikleri  yoruma açık olan marka ve moda düşkünlükleri hayatın güzelliklerini ıskalamakta ve yaşamanın zevkini kendileri için de başkaları için de zehir etmektedirler. Eskiden bir deyimimiz vardı, “yırtık olmasın da yamalı olsun” veya “eski olsun ama kirli olmasın” diye, şimdi ise bunların hepsi çöpe atıldı, unutuldu. Ucuz markalı veya modası geçmiş bir giysi giyen, alet edevat, otomobil kullanan kimseler aşağılanır, hor görülür oldu. Nasrettin hocanın fıkrası gibi kişiye değil kürküne itibar edilir oldu. Toplumda konfor yerine lüks anlayışı, sevgi yerine kibir ve küçümseme, kendi seviyesinden aşağı olanı ötekileştirme, aşağılayıp dışlama, anlamsız bir rekabet, ben ve benim düşüncesi egemen oldu. Toplumda söze dökülmeyen ama tüm tarafların içlerinde duydukları ve yaşadıkları bir huzursuzluk doğdu. Kendisiyle ve çevresiyle barışık insanlar yerine ne olduğu anlaşılamayan bir statü sahibi olmak önem kazandı.

EMOJİ VE MOLATİK KAVRAMLARI ÜZERİNE
EMOJİ VE MOLATİK KAVRAMLARI ÜZERİNE

Başlangıçta zamandan ve emekten tasarruf etmeyi, anlatımda duygu ve düşüncelere derinlik, zenginlik kazandırmayı amaçlayan emojiler günümüzün bilişim çağında iletişimin bu denli kolaylaştırıcılığına karşın ne yazık ki; istenen sonucu verememektedir. İnsanlar emojilerin her yerde ve durumda çokça kullanılması nedeniyle yazı yazmaktan ve düşünmekten sakınır, kaçınır olmaya başlamışlardır. Elbette düşünce kadar duygu da yaşamın vazgeçilmez bir parçasıdırlar ancak son gelişmelerin gösterdiği gibi emojiler, yani duygular düşüncenin yerini almaya başlamıştır. Duygular düşüncelerle uyum içinde birbirlerinin tamamlayıcısı olması gerekir.  Duygu ve düşüncenin her birinin diğerinin alanına taşması bugün olmazsa yarın çok olumsuz sonuçlar doğurur. Başka bir anlatımla yaşamda denge en önemli elementtir. 

ÖZELEŞTİRİ (ÖZ ELEŞTİRİ) 
ÖZELEŞTİRİ (ÖZ ELEŞTİRİ) 

Birçokları eleştiriyi yalnızca yanlışları ve olumsuzlukları ortaya çıkarmak için yapıldığını sanmaktadır ama bu doğru değildir. Eleştiri olumsuz olabileceği gibi olumlu da olabilir. Örneğin bir futbol maçında çalıştırıcının yanlış taktikleri sonucu yenen bir golü anlatmak bir eleştiridir. Doğru taktiklerle oyuncuların başarısını ve kazanılan bir golü anlatmak da bir eleştiridir. Eleştiri pirinci ayıklarken taşı bulup atmak gibi bir şey değildir. Örneğin, bir maçta başarıya götüren eylemler kadar başarısızlığa götüren eylemler de önemlidir. Atılan gol kadar yenen golün de bir değeri vardır. Bu değer bize ileride yapmamız olası yanlışları bir daha yapmama şansı verecek olup altın kadar değerlidir. 

BOTOX – BOTULUS/ SOSİS GÜZELLİĞİ
BOTOX – BOTULUS/ SOSİS GÜZELLİĞİ

Hiç kuşkusuz herkesin yüzü ve bedeni kendisine ait olup ne yaptıracağına veya yaptırmayacağına karar verecek olan da kendisidir. Bizlerin söyleyebileceği tek şey yapılacak olan işlemlerde güzellikten önce sağlığın esas alınmasıdır. Çünkü bu uygulamaların uzmanlarınca yapılmış olsalar da sonucunda başarılı olmama olasılığı da vardır. Ve botoks uygulamasından alınan sonuçların da bir zaman sınırı bulunmaktadır. Zamanın izlerini tümden yok etmek veya baştan yok edici önlemler almak olanağı yoktur.

DÜŞÜNCEYE SAYGI VE DÜŞÜNCEYE TAHAMMÜL
DÜŞÜNCEYE SAYGI VE DÜŞÜNCEYE TAHAMMÜL

Bu durumda tahammülün, dayanmanın, katlanmanın, sabretmenin iyi ya da kötü bir şey olduğunu söylemenin yararı yok. Tahammül sözcüğünün semantik irdelemesi sonucu şunu söyleyebiliriz. Yüklenmiş olan kişi veya yüklenilen bir şey yahut taşınan bir şey belli bir zaman sonra o durumdan kurtulmayı amaçlar. Yani sür git tahammül söz konusu olamaz. Sabır denilen şey de atasözünde olduğu gibi bir süre sonra çatlar. Kaldı ki; bazı durumlarda katlanılacak şey tahammülfersa da olabilir. Örneğin bir kadın hamile kalmışsa, yani bir cenini yüklenmişse bunun bir süresi vardır. 9 ay 10 gün gibi bir süre sonunda bu yükünden kurtulması, doğurması gereklidir ve hatta zorunludur. Aksi halde çocuk için de anne adayı için de çok ciddi sağlık sorunları ortaya çıkar.

BEN BU ZAFERİ POPOMLA DEĞİL KAFAMLA KAZANDIM
BEN BU ZAFERİ POPOMLA DEĞİL KAFAMLA KAZANDIM

Eleştiri kişilerin kişiliklerine, onların kişisel özelliklerini aşağılamaya veya yüceltmeye yönelik olmamalıdır. Eleştiri nesnel olayların irdelenmesiyle sınırlı olmalıdır. Örneğin bir işin nasıl yapıldığı yapılan şeyin niteliği veya niceliği tartışılmak yerine o işi, o mesleği yapan kişinin yaşam tarzı, cinsiyeti, milliyeti, inancı veya inançsızlığı tartışılıyorsa ortada bir kötü niyet, eleştirinin dışında başkaca bir neden var demektir. Türkiye kadın voleybol takımının Avrupa’nın diğer takımlarını tek tek yenip, eleyip Avrupa Şampiyonu olmaları, altın madalyaya layık görülmeleri tartışmasız ayakta alkışlanacak bir olay, Türkiye için çok büyük bir utku, bir zaferdir. Bu başarıyı konuşmak, olumlu, olumsuz yönleriyle tartışmak varken bu başarıyı kazandıran oyuncuların giysileriyle, saçıyla başıyla, cinsiyetleriyle, cinsel tercihleriyle, yaşam tarzlarıyla uğraşmak iyi niyetten uzakta, hatta kötü niyetli bir karalamadan ibarettir. Bu tarz bir eleştiri “ad hominem”  olarak adlandırılmaktadır.

DİPLOMASİ  -  DİPLOMA
DİPLOMASİ  -  DİPLOMA

Diploma bir mesleği yapabilmenin birçok kez ön koşulu olarak kabul edilmektedir. Diploma halkın saygı duyduğu kurum ve kuruluşların bir kişinin bilgi, beceri ve deneyimi ile o işi yapabileceğinin onaylandığını göstermektedir. Diploma halkın o kişi veya kuruluşa olan, olması gereken güveninin bir simgesidir. Ehil olmayan, ehliyeti bulunmayan, örneğin hekimlik için bir eğitim görmeyen, hekimlik bilgi ve becerisi bulunmayan bir kimsenin bir hastalığa koyacağı tanıya veya uygulayacağı tedaviye güvenilemez. Topluluk halinde yaşamanın ön koşulu işlerin işi bilenler eliyle yapılmasıdır. Bilindiği gibi son zamanlarda sahte hekimler, sahte avukatlar, sahte öğretmenler vb. ları çıkmaya başlamışlardır. Bu kimseler toplumun kabul ettiği kurallara, nomosa aykırı hareket etmektedirler. Yalan söylemekte o mesleği yapmak için gerekli eğitimi almadığı veya alıp da başarılı olamadığı hallerde sahte belgelerle halkı aldatmakta ve halkın sağlığını ve halkın güvendiği kuralları açıkça çiğnemektedir. Bunu kişisel çıkar sağlamak için yapmaktadır. Bu kişisel çıkar maddi çıkar olabileceği gibi itibarlı görünmek çıkarı da olabilir. Diploma olmadan varmış gibi bir göreve atanmak veya o görevi yapmak o konuda eğitim gören kişilerin de hakkını yemektir. Diploma sahteciliğini yapan kimsenin kendisine de güveni yoktur. O diplomaya hak kazanacak eğitim ve öğretimde başarılı olamayacağını kendisi bilmektedir.

PİRİNÇ
PİRİNÇ

Bir sözcük, bir kavram etimolojisi kurcalanmaya başlanınca yukarıda gördüğümüz gibi altından neler çıkmaktadır. Dili, dilleri zenginleştiren şeyler, sözlüklerde yer alan sözcüklerin birer cümlelik anlamlarından ibaret olmadığı her kavramın bir başkasını çağrıştırması ve ortaya yepyeni anlamların çıkmasıdır. Bir dildeki herhangi bir kavram diğer bir dile kaynak ve köken oluşturabilmektedir. Yeni türetilen sözcükler kuşkusuz yeni bir dünyaya yepyeni pencereler açmaktadır. Belleğimizde, bilgi dağarımızda ne kadar çok kavram varsa ve günlük yaşantımızda bu kavramları bizler ne kadar çok kullanıyorsak kültürümüz de o kadar yükselmiş demektir. 

PEYGAMBER
PEYGAMBER

Din konusunda çok yanlış bir kutsallık oluşturulmakta, sorulan her bir soru ve anlatılan her bir bilgi mukaddes değerlere hakaret olarak değerlendirilmektedir. Oysa en büyük kötülük ve hakaret bir bilginin gizlenmesidir. Bilgi ne kadar çok kişi tarafından paylaşılırsa, ne kadar çok kişi bu bilgileri öğrenir ise sözü edilen inançlar ya daha çok benimsenir veya yanlışlığı ortaya konmuşsa o kadar çabuk terkedilir.  Korkulması gereken bilgi değil bilgisizliktir. Korkuda karanlık, sevgide aydınlık vardır. Karanlık korkutur, aydınlık sevindirir, rahatlatır, huzur verir. Bilgisizlik korku, bilgi sevgi yaratıcısıdır.

UMUT - UTKU
UMUT - UTKU

Yukarıda anlatmaya çalıştığımız umut kavramının kökü um, ummak ve bundan ayrı olarak utku kavramının kökü de ut ve utmak olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan biri iyi, güzel bir şey için beklemeyi, bekleme süresince yaşanan kuşkulu durumu diğeri ise tehlikeli ve zor işleri geride bırakıp kuşku dolu duygulardan uzak, rahat, dingin bir duyguya geçişi ifade etmektedir. Farsça umid elbette etimolojik yönüyle çok farklı ama Türkçede elimizde ummak ve utmak gibi eylemler varsa bunları niçin yok saymalı? Kanımca yok sayılmamış tam aksine bu kökler birleştirilerek umut sözcüğü türetilmiştir. Bu yeni sözcüklere, sonradan türetilmiş olan sözcüklere  ülkemizde baştan bir tepki var. Türetme, yeni sözcükler bulma toplumsal bir gereksinimi karşılamaktadır. Bazen de o dilin özgünleşmesine, yabancı dillerin egemenliğinden kurtulmasına yardımcı olmaktadır. Ummak ve utmak sözcükleri birbirinden ayrı görünseler de birbirini tamlayan bir anlam birlikteliği de vardır ve yukarıda bu birliktelik açıklanmaya çalışılmıştır.

HAYDAN GELEN HUYA GİDER
HAYDAN GELEN HUYA GİDER

İstanbul 1453 yılında Fatih Sultan II. Mehmet tarafından fethedilip Bizans İmparatorluğuna son verildikten sonra demografik yapının nasıl şekilleneceği ve kentin nasıl yönetileceği sorunları vardı. Osmanlı padişahı bütün bu sorunlar için kendisine göre uygun çözümler bulmuştur. Fatih Sultan Mehmet kimlerin nereye yerleştirileceğinden, kentte oturacak etnik unsurların nasıl yaşayacaklarına kadar çeşitli kararnameler yayınlamıştır. Anadolu’dan ve Rumeli’den getirilecek Türk soylu aileler yanında Rum, Ermeni ve Yahudilerin yaşayacakları yerler belirlenmiş idi. Bu azınlıkların İstanbul nüfusunun kaçta kaçını oluşturacağı hayli ayrıntılı şekilde düzenlenmişti. İstanbul’un özelliklerinin, çok kültürlülüğünün korunması için bu oranların devam ettirilmesine büyük bir özen gösterilmiştir. İşte Kapalı Çarşı esnafı da bu plana uygun olarak bazı işler için çok sayıda Ermeni kökenli yurttaşlardan oluşuyordu. Yahudiler her zaman olduğu gibi yine ticaret ile görevli idi. Rumlara ise balıkçılık ve lokantacılık işleri düşüyordu. Türkler dersen öncelikle savaş, barış zamanında da savaşacak asker oğul yetiştirmek ve bütün bunların dışında verilecek her türlü işi yapmakla yükümlüydüler.

DİNGO’ NUN AHIRI
DİNGO’ NUN AHIRI

Sözcük İngilizce tram ray, yola döşenmiş kalas ve yine İngilizce way yani yol sözcükleri birbirine ulanarak türetilmiştir.  Günlük konuşmalarımızda ve hatta yazışmalarımızda tramvay yolu veya tramvay rayı gibi ifadelere de rastlanmaktadır. Tramvay sözcüğü içinde esasen yol ve ray kökleri de bulunmakta olduğu için bunlar yetmiyormuş gibi bir kez daha, yol ve ray sözcüklerini kullanmak yanlıştır.  Bu yanlışı yabancı sözcükleri kullanırken birçok yerde yapıyoruz. Doğaçlama konuşurken bir ölçüde bağışlanabilse de yazışmalarımızda bu yanlışları yapmamamız, biraz daha dikkatli olmamız gerekmektedir. Dilimizi de sınırlarımızı da yukarıda gülümseyerek anlattığımız ama yaşadıklarımız karşısında kızgınlıkla kullandığımız “Dingo’nun Ahırına” benzetmememiz gerekmektedir.

DARISI BAŞINA
DARISI BAŞINA

dilimizin en saygın sözlüklerinden yaptığım alıntılarda da görüldüğü gibi insanlar kendilerinde veya yakın çevrelerinde gördükleri, yaşadıkları güzel şeylerin ve olayların başkaları için de gerçekleşmesi için dilekte bulunuyor, dua ediyorlarsa bunun ne sakıncası olabilir? Böyle iyi bir dileğin bir duanın kime ne zararı vardır? Bu sistematik hareket dilimize ve halkımızın bir arada olma istek ve iradesine karşı sinsi bir savaştır. Yazıda ahlaksızca bir çarpıtma hemen göze çarpmaktadır. Dinsel kimi metinleri kendilerine kalkan yaparak amaçlarına ulaşmak istiyorlar. Asıl bid’at bu yazıda ileri sürülen sapıklıklardır. Darısı başına derken aklı başında hiçbir kimsenin darıdan, buğdaydan medet umduğu söylenemez. Kaldı ki; örneğin okulu başarıyla bitirmiş arkadaşını kutlayan Ahmet’e arkadaşı Mehmet’in darısı senin başına demiş olmasının ne gibi bir sakıncası olabilir? Ortada darı veya buğday tanesi de olmadığına göre bu anlayışta olanlara ne demeli?

ÇAĞRIŞAN KAVRAMLARIN ÇAĞRIŞTIRDIKLARI (2)
ÇAĞRIŞAN KAVRAMLARIN ÇAĞRIŞTIRDIKLARI (2)

Bu yazıtlarda kullanılan oğul sözcüğünün daha çok yetişkin olamayan, cinsiyet ayrımı yapılmayan dönem için kullanıldığı kanısına varmaktayım.  Nitekim oğlak sözcüğünü esas alırsak oğlak bir yaşını doldurduktan sonra teke olarak adlandırılmaktadır. Aynı şey buzağı, düve ve tosunlar için de geçerlidir. Osmanlı döneminde Arapça ve Farsça’ dan çok sözcük alınmıştır. Bunlardan bir tanesi de zade sözcüğüdür. Bu sözcüğün bir anlamı oğul diğer anlamı itibarlı kişidir. Nitekim zadegân asilzade, aristokrat bir aileyi anlatmak için kullanılmaktadır.  Türkçemizde ise daha çok mülkiyet ve ataerkil irsiyet ilişkileri dikkate alınarak Baklavacıoğlu, Mantıcıoğlu örneklerinde olduğu gibi “oğlu” ifadesi kabul görmüştür. Oysa baklavayı da mantıyı da en iyi yapanlar kadınlardır. Buna göre Baklavacıkızı, Mantıcıkızı da denmesi gerekmez miydi? Dolayısı ile deyime zaman içinde eril bir anlam yüklendiği anlaşılmaktadır. Artık aşiretler, sülaleler dönemi kapanmıştır. Ulus devlette ve devamında sülaleyi, derebeylikleri çağrıştıran soyadları dönemi de sona ermelidir. En azından o aileyi toplumdaki baskın özelliğiyle tanımlamak gerekir ise Baklavacıgiller, Faytoncugiller gibi adlar kullanılmalıdır. 

KAVRAMLARIN ÇAĞRIŞIMI
KAVRAMLARIN ÇAĞRIŞIMI

Denebilir ki bu partilerde pozitif bir ayrımcılık da var. Kadınların böyle bir ayrımcılığa değil kendi bilgi ve becerileriyle kadın ve erkek herkesle kıyasıya yarışacakları eşit, demokratik bir ortama gereksinimleri bulunmaktadır. Voleybolda dünya şampiyonu olanlar yine bileklerinin hakkıyla yönetici de olurlar. Olmuşlardır da. Örneğin Yale Üniversitesi çıkışlı ekonomici Tansu bacımız (bacı kavramını kendisi çok sevdiği için ben de kullandım) önce parti başkanı ve sonra da başbakan olmuştur. Olmuştur da değişen ne olmuştur? Ülkede iç ve dış güvenlikten, ekonomiye, eğitimden sağlığa her şey işin içinden çıkılmaz hale gelmiştir. Daha ne yapsın, kocasının değil kendisinin soyadını kullanmıştır. Kocası alışılmışın dışında karısının soyadını kullanmış Özer Çiller diye bilinir, tanınır olmuştur. Demek ki; sorun yalnızca cinsiyet sorunu değil cinsiyeti ne olursa olsun her cinsin yaşamsal haklarına saygı duymak ve o hakların gelişmesine yardımcı olabilmektir. Nice aileden sorumlu bakanlarımız var ki; İstanbul sözleşmesine ve 6284 sayılı yasaya karşı çıkabilmekte, boşanma kararı sonrası hüküm altına alınan nafakanın sınırlandırılması veya kaldırılmasını isteyebilmektedir.

ÖDEV, GÖREV, İŞLEV
ÖDEV, GÖREV, İŞLEV

 Türkçede birbirine benzeyen, bir başka deyişle, aralarındaki anlam farkı yeterince  bilinmeyen, herhalde özümsenmediği için bilinmeyen  birçok kelime çifti var. Bunlardan biri ödev ile görev. Bu iki kelime eşanlamlı sayılamaz, ama eşanlamlı olarak kullanıldığını birçok yerde görüyoruz. Birbirinin yerine geçebilecek kelimeler olsaydı, biri fazlalık olurdu. Aralarında hiçbir farklılık bulunmayan kelimeler dilin sırtında birer yüktür.

ATLIKARINCA - DÖNME DOLAP
ATLIKARINCA - DÖNME DOLAP

Buraya kadar olanları özetlersek at karaca veya atlı karaca olarak köy seyirlik oyunlarında geçen biçim bir çocuğun beline bağladığı bezler ve ön kısma bezlerden yapma at başı,  arka tarafa da yine bezlerden yapma kuyruk eklenerek oynanan bir oyundur. Oyuncunun elinde bir kamçı vardır. At gibi yürürken bazen de at gibi sesler çıkartmaktadır. Sözlüklerimizde her ne kadar atlı karaca ile atlıkarınca arasında bir ilgi kurulmaya çalışılmış olsa da bunun bir zorlama olduğu kanısına varılmaktadır. Nitekim Atlıkarıncanın Avrupa kökenli olduğu Evliya Çelebi tarafından da ifade edilmektedir. Şemseddin Sami de atlıkarınca için bir karınca cinsi açıklamasını yapmaktadır. Belki de Şemseddin Sami’nin bu sözlüğü yazdığı tarihlerde Türkiye’de atlıkarınca yaygın değildi.

FİLENİN SULTANLARI DEĞİL ALTIN KIZLARI
FİLENİN SULTANLARI DEĞİL ALTIN KIZLARI

Onları cumhuriyet yetiştirdi, büyüttü. Onlar da ellerindeki bu elması en iyi şekilde işlediler. Pırlanta haline getirdiler. Sonunda Dünya Şampiyonu oldular. Bizlere de ulusal bir gurur yaşattılar. Sultan cumhuriyet öncesi dönemin bir asalet kavramdır. Onlar ise çağdaş Türkiye'nin kızlardır.

GREEDFLATION-Türkçesi aranıyor
GREEDFLATION-Türkçesi aranıyor

Bazı özdeyişler var, birçok yazarın çizerin oturup konuyu ciltler dolusu anlatmasına gerek kalmadan birkaç sözcükle anlatıverir. İşte bunlardan iki tanesi a) eğri cetvelle doğru çizgi çizilmez, b) gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklendiyse ondan sonrakiler de yanlış iliklenecek demektir. Bu kapitalist sistem özünde yanlıştır. İnsana ve doğaya karşıdır. Yaptıkları üretimdeki amaçları insanın refahı ve mutluluğu değil kendilerinin doymak bilmeyen kâr hırslarıdır. Yaptıkları işin özünde, sevgi değil hırs vardır. Dayanışma değil rekabet, rekabetinde yıkıcı olanı vardır. Özünde bencilliğin en vicdansızı vardır. Yalan vardır, sömürü ve hırsızlık vardır. 

DANSÇI MAYMUNLAR
DANSÇI MAYMUNLAR

Gelenekten, örften, adetten milliyetçiliğe, din ve mezhepçiliğe kadar birçok alanda tabulaşmış bu ön kabuller insanlarımızın düşünme yeteneklerini köreltmekte ve becerilerini de sınırlamaktadır. Bu akıl daraltıcılardan ne yapıp edip kurtulmamız gerekmektedir. Bunun için belki en çok işimize yarayan şeylerden aklımıza ilk gelen birkaç tanesi başkalarının düşüncelerine, düşüncelerini açıklamalarına saygı, hoşgörü ve empatidir.

ANCADA BERABER KANCADA BERABER
ANCADA BERABER KANCADA BERABER

Dilimizdeki bu anlamı karşılamak için Fransızlar Mais accrochez-vous, İngilizler But hook together… diyorlarmış. Anca+da kanca+da beraberlik deyiminin karşısında ne kadar zayıf ve komik geliyor değil mi? Elbette her dilin kendi içinde oluşturduğu ve yaşattığı güzellikler ve zenginlikler vardır. Anca+da beraber, kanca+da beraber deyimi de bizim dilimizin en güzel incilerinden biridir. Dayanışmanın, imecenin, vefanın, sadakatin bu kadar karışıp kaynaştığı bir ifade daha nasıl olur? Olur, olur ancak ve ancak dilimize sahip çıkarak, onu koruyup geliştirerek olur.

GELİN – GÜVEY- GERDEK
GELİN – GÜVEY- GERDEK

Tam bu noktada izninizle ve kısaca bir gezimiz sırasında edindiğim izlenimlerimi, anılarımdan bir bölümü paylaşmak isterim. Trans Sibirya ekspresi ile batıdan doğunun en uçlarına doğru yaptığımız tren yolculuğumuzda Baykal Gölü sahilinde bir mola verdik oradan güneye, Moğolistan’a ve başkent Ulan-Bator’a geçtik. Daha sonra da Yenisey Orhon Anıtlarının olduğu yere geçtik. Burada bir süre kaldık. Moğolcada ve eski Türkçede adlarına “yurt” ya da “ger denilen” basitinden en görklüsüne/gösterişlisine kadar birçok çadırı, otağı ziyaret ettik. Çadırda yemek yedik, kımız içtik ve yerel müzikleri dinledik, dansları seyrettik. Gelin, güveyi ve gerdek sözcükleri halkımızın dil ögeleri arasında bulup geliştirdiği çok güzel üç sözcüktür. Bu kavramlar kullanılarak o denli çok atasözü ve deyim türetilmiştir ki; bunları yalnızca alt alta yazmak bile ayrı bir uğraş ister.  Sözcüklerimizin, dilimizdeki kavram ve terimlerin anlam, kök ve kökenlerini, etimolojilerini öğrendikçe dilimizi daha çok seviyorum. Dilimizi “muhafaza” ve “müdafaa” edelim. Onu koruyup geliştirelim. Dilimiz varsa biz varız, dilimiz giderse bizden geriye bir şey kalmaz!

ÖLÜLER,   ÖLÜM SÖZLERİ
ÖLÜLER,   ÖLÜM SÖZLERİ

Burada bir de, ölüyü anarken kullanılan terimlerden bahsedeceğim. Merhum / merhume, rahmetli kelimelerinin İslam dinine inanmış kişiler hakkında kullanıldığını çoğunluk bilir. Ama kimilerinin ölmüş Hıristiyanlar, Museviler hakkında da kullandıklarını  görüyoruz. Bu kelimelerin yerleşik kullanımına göre, yanlıştır bu. Peki, kullananlar acaba onların da  Allah'ın rahmetine layık olduğuna inanarak mı kullanıyorlar, yoksa bu kuralı bilmedikleri için mi, bilmek zor. Şunu hatırlatmak gerekir onlara: Türkçede böyle bir kural olması din ayrımcılığına yorulamaz; bir dil içi görenektir sadece. Kaldı ki, bu kelimeler ölen kişinin dindar bir müslüman olduğunu göstermez. İnançlı biri olmasa da, müslüman bir ailede ya da çevrede yetişmiş olması yeterlidir. 

GÜNAH KEÇİSİ
GÜNAH KEÇİSİ

Atasözleri ve deyimler bir toplumda yaşanmışlıkları, bu yaşanmışlıklardan elde edilmiş deneyimleri ileriki kuşaklara kısa, özlü sözlerle anlatır. Bunlardan bazılarını açıklamak için ciltler dolusu kitaplar bile yazılabilir. Atasözleri ve deyimlerin zaman içinde söyleyeni unutulur gider ama kendileri kalırlar. Bunlar o topluluğun kültürünün köşe taşlarını oluştururlar. Ancak bazı atasözü ve deyimler etkileşimde bulunulan komşu kültürlerden de alınmış olabilir.

KURNAZLIK - FIRSATÇILIK
KURNAZLIK - FIRSATÇILIK

Kurnaz ile zeki bazı noktalarda eşdeğerli sayılmakta, yanlış olarak biri diğerinin yerine kullanılmaya çalışılmaktadır. Oysa kurnazlık ile zekâ çok farklı şeylerdir. Zeki olan yetenekleri ile çalışmalarını birleştirir ve kimseye bir zarar vermez, zarar vermeyi aklına bile getirmez. Hatta çoğu zaman bu zekâ başkalarının da işine yarar. Kurnaz ise çalışmayı değil pusuda beklemeyi, uygun zamanı ve yeri kollamayı, tam zamanında kendisine göre yapması gerekeni yapmayı ve sonuç almayı düşünür. Aldığı sonuç yalnızca kendi düşünceleri doğrultusunda olur. Başkasının zarar görmesi onu hiç ilgilendirmez. Aynı şekilde eke kavramı da kurnazdan farklıdır. Özetle söylemek gerekirse eke: Görmüş geçirmiş, deneyimli, olgun, anaç, yaşlı, usta, büyük, yetişkin, bilgili, becerikli, zeki, açıkgöz anlamlarına gelir. Kurnazlık yapan kişide bu özelliklerden biri veya birkaçının bulunuşu onun eke olarak nitelenmesini gerektirmez. Kurnaz kavramında insanın güvenini kötüye kullanmak, kendine çıkar sağlamak ön plandadır.

BAM – BAM TELİ – BAM TELİNE BASMAK, DOKUNMAK
BAM – BAM TELİ – BAM TELİNE BASMAK, DOKUNMAK

Türkler Orta Asya’dan ayrıldıktan sonra çoğunlukla batı yönüne doğru göç etmişler. Göç yolları boyunca da birçok kavim ve ulusla karşılaşmışlardır. Selçuklu ve Anadolu Selçukluları ile daha sonra Osmanoğulları kendi dillerini geliştirmeyi savsamışlar, Farsça ve Arapçadan birçok sözcüğü alıp kullanmışlardır. Bu dillerden aldıkları sözcük, kavram ve terimleri Türkçe ile harmanlayıp yeni kavramlar da türetmişlerdir. İşte onlardan biri de bam teli kavramıdır.   

TROLL - TROL
TROLL - TROL

İnternet ortamında rakip kişi veya kuruluşların başarılarını engellemek için akla gelen veya gelmeyen işler yapılmaktadır. “Kaset” olayları da bunların bir parçasıdır. Troller yöntemlerini gerçekleştirebilmek için her tür yalan, fotoşop ve sabotajlar yapabilmektedirler. Bunları fiziki ortamda yapabildikleri gibi internet ortamında da yapabilirler. Son zamanlarda yapay zekâ teknolojisinden de yararlanarak kişilerin seslerini ve yüz ifadelerini de taklit edebilmektedirler. Bunlara hack, deep-fake gibi adlar verilmektedir. Genellikle bu hackerler internet ortamında sosyal ağlardan yararlanırken bot (robotun kısaltılmışı) yani sahte hesaplar kullanmaktadırlar. Kendilerinin veya bağlı oldukları grubun kimliklerini gizlemektedirler. Bu kişiler belli bir kuruluş tarafından yönlendirilerek işleyen internet sistemini tümüyle bozmak veya işlerine gelen haberleri, bilgileri öne çıkarmak, görünürlüklerini artırmak veya işlerine gelmeyenleri gözlerden uzak tutabilmek için algoritmalar üzerinde çalışmaktadırlar.

VEDA / HÜZÜN - ÖZLEM - VUSLAT/ SEVİNÇ
VEDA / HÜZÜN - ÖZLEM - VUSLAT/ SEVİNÇ

Bu konuda en zengini bizim dilimiz. Yukarıda da yazdığımız gibi aynı anlamlara gelen kaç tane deyim var. Hepsi de birbirinden güzel, ladînî, hepsi seküler ve sorunsuz.  Özellikle muhafazakâr, konservatif anlayış sahibi olanlar dinsel içerikli terimlerden kopmak istemeyeceklerdir ama bugün Türkçede ve birçok yabancı dilde olan bu terim ve kavramlar anlatıldığı gibi sorunludur. Konserve ettikleri, muhafaza ettikleri çok daha önemli kuram ve kurallarla çelişiyor. Laik anlayış sanıldığı gibi insanın dinsel görüşlerine, inançlarına aykırı değildir. İnsanı, dünyayı metafizik pencereden kavramak isteyenleri kendi duygu ve düşünceleriyle baş başa bırakır. Ancak onların bu düşüncelerini toplumun yürüyen yasalarının işleyişine karıştırmak istemez. Buna karşılık açıktan veya üstü örtülü bir şekilde din kurallarının topluma dayatılmasına clericalism’e karşı durur. Toplumda anti- clericalism ile laik sistem genelde karıştırılmaktadır. Hemen söylemek gerekir ki; dine karşı örgütlü bir mücadelenin, anti-clericalism’in bilimsel bir temeli dayanağı yoktur. Sonuç ve özet olarak bu açıklamalarımız doğrultusunda dilimizde alışkanlık halini alan ama çelişkili ve gereksiz olan bu ve benzer kavramların çıkartılması zamanı da gelmiştir denebilir.

SANAT ÜRÜNÜ MÜ / SANAT ESERİ Mİ ? SANAT ÜRETİCİLİĞİ Mİ / SANAT YARATICILIĞI MI ?
SANAT ÜRÜNÜ MÜ / SANAT ESERİ Mİ ? SANAT ÜRETİCİLİĞİ Mİ / SANAT YARATICILIĞI MI ?

Tinsel gereksinimiz sanat eseri ile karşılaşılması halinde belki bir ölçüde karşılanır ama asla bir doyum olmaz. Sanat eseri seyirci, okuyucu veya dinleyicisinde estetik zevki, o haz duygusunu daha üst düzeylere taşır. Deyim yerindeyse estetik, sanatsal zevkler tuzlu su gibidir. Her karşılaşmada daha da artar, zevk incelir ve yücelir. Daha çoğu arzulanır. Sanat eserlerinin bu özelliği nedeniyle doyuruculuğundan söz etmek de yanlıştır. Bir müzik dinletisinden sonra insanların baklavaya, böreğe doydular der gibi müziğe doydular ifadesi kullanılmaması gerekir. Benzer şekilde özellikle sahne sanatlarında solist sanatçılar için göze ve kulağa hitap ediyor şeklinde ifadeler kullanılması da popülist bir yaklaşımdır. Sanat dışı duygu ve düşünceleri çağrıştırmaktadır. Bu tür anlatımların sanata değil gişeye ve popülizme hizmet ettiği akıldan çıkarılmamalıdır.

NEFRET DİLİ
NEFRET DİLİ

Aşk ister erotik ister platonik anlamda olsun tutkulu bir sevgi, sevginin tutkulu bir hali ise nefret de o sevginin kendisine ulaşılamayan veya o sevginin bir şekilde yitirilmesinin verdiği sıkıntı, yürek çöküntüsü halidir. Nefret duygusu içinde olan kişi bu durumun nesnel irdelemesini sağlıklı olarak yapamadığı için geride kalan “tutku” ile yetinilmek zorundadır. Sevginin kucaklayıcı, olumlu iyileştirici gücünden yoksun tutku ise kişiyi saldırganlığa yöneltir. Kişinin içinde doğal olarak var olan, olması gereken “sevgi” ayrı bir başlık altında incelenebilir. Bu incelemeyi Freud kişinin kişiliğinin, benliğinin oluşmasından başlatıyor. Nefrete eşlik eden ikiz kardeşlerden bir diğeri de kıskançlık duygusudur. Kıskançlık isteyip de elde edememenin veya elde ettiğinin kendisinden alınacağına olan korkusunun, paniğinin yalın halidir. Bütün bunlara karşın toplumda bazı kişiler nefret duyguları ile dolup taşarlar. Bu durum toplumsal yaşantıyı olumsuz yönde etkileyeceğinden ayrışmalara da neden olabilir. Dahası bu olumsuzluğun toplumun genel yapısını bozarak hukuksuzluğa da yol açar.

İLETİŞİM ve PROPAGANDA DİLİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
İLETİŞİM ve PROPAGANDA DİLİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

Sözcüğün Eski Yunanca’ daki kökeninin mîmos olduğunu yukarıda belirtmiştik. Sözcüğün taklitçi, soytarı anlamına geldiği bilinmektedir. Bu noktada mîmos sözcüğünden türeyen mimesis sözcüğünü de anımsayalım. Eski Yunanca mimesis sözcüğü, mîméomai μῖμέομαι  taklit etmek, benzerini yapmak eylemine + sis soneki takılarak türetilmiştir. Mimesis çocuğun annesini, babasını taklit etmesinden başlayarak bütün bir yaşantımızı etkiler. İnsanlar bir şey yapmanın en kolay yolunu o şeyi bir başka yerde gördükten sonra aynısını, benzerini yaparak bulmuşlardır. Sanatın doğumunda da ister empresyonist ister ekspresyonist olsun artan azalan ölçüde taklit vardır. Plastik sanatlarda da, müzikte de bir taklit, benzerini yapma, örneğin doğadaki sesleri çıkartma, doğaya öykünme tarzında bir taklitçilik vardır. Edebiyat veya diğer sanat kollarında usta çırak ilişkisi bazen etkilenme, esinlenme olarak karşımıza çıkmaktadır. Güneşin altında söylenmemiş söz kalmadı deyiminin karşısında bu ölçüde bir taklitçiliği doğal karşılamak gerekmektedir. Elbette bir başkasının eserini bire bir, üstüne bir şey katmadan aynısını yapmak sanatın özgünlüğü anlayışı ile asla bağdaşmayacak bir intihal durumudur. Bu bizim konumuzun dışındadır, aynı şekilde telif eserleri koruma yasalarına aykırı tutum ve davranışlar da anlatmaya çalıştığımız kavramın anlamı dışındadır.

SÖZ VERMEK VE SÖZÜNDE DURMAMANIN KIRK ŞEKLİ
SÖZ VERMEK VE SÖZÜNDE DURMAMANIN KIRK ŞEKLİ

Halk önünde doğruyu, gerçeği söyleyeceğine inanılan, bu konularda gerçeği, yalnızca gerçeği söyleyeceğine ant içmiş kişilerin bu antlarına bağlı kalması bir zorunluluktur. Bu andı hile yolu ile çiğneyenler toplumun yasalarıyla cezalandırılmalıdır. Ancak halkın da saflığını, arılığını, temizliğini enayilik noktasına kadar sürdürmemesi ve yalancıların, kurnaz politikacıların ipliğini pazara çıkarması, onları politik tercihleri ile yalnız bırakması gerekmektedir. Toplumda kitap, gazete ve televizyon gibi bilgi yayıcıların belli bir denetimden geçtiğine inanılır. Esasen toplumun bunlar üzerinde belli bir denetimi vardır veya olmalıdır. İşte bu organların görevlerini yaparken daha çok özenli olmaları beklenir. Çünkü insanlar kahvede herhangi birinden duyduklarından televizyonda gördüklerine ve duyduklarına daha çok inanmaktadır.

SECCADE
SECCADE

Ülkemizde seçimler yaklaşırken yine dinsel konuların konuşmalara fazlaca sokuşturulduğuna tanık oluyoruz. Bir seccade konusu aldı başını gidiyor. Kendisini bu konularda uzman sayanlardan tutun da bir kez olsun namaz kılmamış, İslam ile Müslümanlık ile hiç tanışmamış kişilere kadar birçok insan kaşlarını çatarak ve seslerini yükselterek düşüncelerini açıklıyor. Doğrusu bu kadar geniş yelpazede insanlar konuşurlarken ben düşündüklerimi yazmak yerine onları dinlemeyi, acaba bu insanlar benden farklı olarak neler söylüyorlar diye onları dinlemeyi tercih ederdim. Ancak bir televizyon programcısı, haber okuyucusu “Ayakkabı ile seccadeye basmak bir gaf olmaktan çok bir skandaldır. Bunun bir faturası mutlaka olacaktır” şeklinde konuşmaya başlayınca duramadım, dayanamadım. Bu yüzden siz şimdi de benden bir sürü laf dinlemek, okumak zorunda kalacaksınız.

RAMADAN/ RAMAZAN – KANDİL VE MAHYALAR/ ŞEHR-İ RAMAZAN
RAMADAN/ RAMAZAN – KANDİL VE MAHYALAR/ ŞEHR-İ RAMAZAN

Ramazan, İslâm’dan önce Arap yarımadasında kullanılan takvime göre temmuz ve ağustos aylarına karşılık gelen bir ay idi. Anlamı kuru sıcak olup İslam takvimine göre de 9. aydır. Ramazan sözcüğüne / رمضان / yanma, sıcak olma/oruç ayı, en saygın ay ve değerli kabul edilen ay anlamları yüklenmiştir. Ramazan-ı şerif  (kutsal-mübarek-şerefli) olarak da söylenir. Ramaḍān sözcüğüne etimolojik açıdan baktığımızda رمضان rmḍ mastarından türetildiğini görüyoruz. Anlamı: Ramad kuru sıcaktır. Ramazan mı, ramadan mı? Ramazan ayının adı Arapça رمضان şeklinde yazılır. Arapça dat harfi hem (d) hem (z) harfine benzediği için iki türlü telaffuz edilmektedir. Araplar ramazan olarak söylediklerinden aynı dinsel kültürü benimsemiş olan Türkçe söyleyişte de fonetik benzeşim öne çıkmış ve ramazan şeklindeki telaffuz yerleşmiştir. Türkçe dışında Fransızca, Almanca, İngilizce ve İtalyanca gibi Batı dillerinde ise ramadan olarak yazılmakta ve ramadan olarak (prononciation) telaffuz edilmektedir.

RETORİK, HİTABET, KIRAAT VE TİLAVET
RETORİK, HİTABET, KIRAAT VE TİLAVET

Kitleleri harekete geçiren retoriklerden, propaganda yöntemlerinden bir tanesi de Leninci propagandadır. Bu yöntemde diğerinden farklı olarak yalan yerine gerçek ve güç yerine hak,  üstünlük yerine eşitlik kavramlarına, metaforlarına yer verilmiştir. Aynı şekilde bir güce itaat etme yerine hedef kitlenin birlikte bir güç oluşturmaları öngörülmüştür. Leninci propagandada tek kişilik liderlik yerine kurul kararları kitlelerin geleceğini belirler. Her iki yöntemin de benzeyen ve ayrışan tarafları bunlarla sınırlı değildir. Ancak belirgin özellikleri bunlardır. Retorik sanatında biçim ve içerik dengesi önemlidir. Anlatılan, inanılması istenen konunun haklılığı, kitlenin isteklerine, amaçlanan hedeflerine uygunluğu kadar bunun anlatılma biçiminin de önemi vardır. Bu iki ögenin aynı noktada buluşması retoriğin başarılı sayılmasını sağlayacaktır. Bu iki öge arasındaki dengenin bozulması ise kitlede kuşkulara neden olacaktır. Eski Yunanda da bu dengeyi savunanlar veya hitabeti bir başına yeterli görenler olmuştur. Gerçeklere uygunluğu tartışılan bir konunun inandırıcılığının ağır basması kitleyi de yanlış hedeflere sürükleyebilir. İşin en trajik yanı da söylevcinin gerçek olmadığını bilebilecek durumda iken kendisini buna inandırmış, kandırmış, aldatmış olmasıdır.

ENERJİ /ÉNERGIE  –  SİNERJİ/ SYNERGIE
ENERJİ /ÉNERGIE  –  SİNERJİ/ SYNERGIE

Enerji denen şey ne yoktan var edilebilir ve ne de var iken yok edilebilir. O bir şekilden diğerine geçer,  şekil, biçim değiştirir. Buna kabaca enerjinin korunumu veya sakınımı diyorlar. Fizik bilimi anlamında enerji elle tutulmaz gözle de görülmez ancak şekilden şekle girer ama bulunduğu konumlara bakarak şöyledir, böyledir diye varlığı hesap edilebilen bir şeydir. Enerji, fizik biliminin en temel konularından birisidir.  Zırt pırt biçim değiştirmesi yüzünden aklı başında bir tanımını yapmak da pek olası değildir. Ama yine de bir tanımlama yapmak gerekirse en yaygın kabul gören bir görüşe göre: Enerji, bir sistemin iş yapma kapasitesi, sığasıdır denebilir. Fizikte iş ise kuvvetin yer değişim yönündeki bileşeninin, etkisinin yer değiştirmeyle çarpımı olarak tanımlanır ve enerji, iş ile aynı birim kullanılarak ölçülür. Bunun için fizikçiler üç 3 temel formülde birleşebiliyorlar.

DEPREMDE BÜYÜKLÜK VE ŞİDDET FARKI
DEPREMDE BÜYÜKLÜK VE ŞİDDET FARKI

Büyüklük; aritmetik değil, logaritmik olarak artar. Yani her bir tam sayı arasında 10 kat fark vardır. Örneğin M=2,0 büyüklüğünde bir deprem, yeryüzünün derinliklerinde yaklaşık bir futbol sahası büyüklüğünde bir kırığın meydana geldiğini gösterir. Büyüklük bir birim artarsa, yani 3,0 büyüklüğünde bir deprem oluşmuş ise, yaklaşık 10 futbol sahasına eşit bir alanın kırılmış olduğu anlaşılır. Aynı şekilde 4,0 büyüklüğü 100 futbol sahasına, 5,0 büyüklüğü 1.000 futbol sahasına denk düşer. Depremin şiddeti: Büyüklük (magnitüd) depremin kaynağında açığa çıkan enerjinin bir ölçüsü iken; şiddet ise depremin yapılar ve insanlar üzerindeki etkilerinin bir ölçüsüdür.

KARIŞIK – KARMAŞIK
KARIŞIK – KARMAŞIK

Karışık ve karmaşık sözcükleri arasındaki benzer ve ayrılan özellikler Türkçemizdekine benzemektedir. İki kavram arasındaki fark;  karışık ile anlatılmak istenen olay veya bir durumda bir özensizlik, karmaşık sözcüğünde ise zor da olsa birleştirici şeylerin bulunabilirliği öne çıkmaktadır. Ama zorluk da tek belirleyici değildir. Örneğin labirentte çıkışı bulmak zordur ama labirenti karmaşık olarak tanımlamayız. Hiç kuşkusuz labirent özellikle insan eliyle oluşturan labirentlerde bir düzen de bulunmaktadır. Aynı şekilde melez veya hybrid+e olan şeylerde, karışım, kaynaşma o denli ileri noktalardadır ki; ayrıştırmak olanağı bulunmaz.

HELALLEŞMEK, HESAPLAŞMAK
HELALLEŞMEK, HESAPLAŞMAK

Ölenin sağlığında iken işlediği günahlar veya o kişinin çeşitli nedenlerle eda edemediği namaz, oruç, kurban, adak gibi dinî yükümlülüklerinin ölümünden sonra fidye ödenerek sona erdirilmesi, böylece o kişinin bu tür borçlarından kurtulması, kurtarılması anlamını taşır. Mezarlıkta ölü defnedilirken, toprağa konulurken yakınları tarafından dağıtılan paralara da ıskat adı verilmektedir. Ancak diyanet Din İşleri Kurulunun da açıklamalarına göre bunların anlamının günahların af edileceği yolundaki bir umuttan ibaret olduğudur. Asıl olan kişinin borçlarının alacaklılarına ödenmesidir. Her tür miras kuralının da bir gereği budur. Elbette bu dağıtma işinde ölenin vasiyetinin aksine hareket edilmemesi de gerekmektedir. Allah, Tanrı ile kişi arasındaki ilişki için bir helâlleşme söz konusu olamaz.

ANASININ GÖZÜ
ANASININ GÖZÜ

Dilimizde tek örnek bu değildir. Türkçe sözlüklerimize göz attığımızda benzer o kadar çok cinsiyet ayrımcı sözcük ve deyim var ki; bunları tek tek yazmanın yarardan çok zararı olur. Bunların tümüne yakını kadını, anayı ve kızı aşağılayıcı niteliktedir. Batı dillerinde sözcüklerin dişi/feminen, erkek/masculen ve çoğul/pluriel halleri var, bizim dilimize ise her nasılsa cinsiyetçilik daha da öne çıkartılmış, bazı niteleme sıfatlarıyla da yeni ve daha ileri anlamlar kazandırılmaya çalışılmıştır. Anasının gözü deyimine başka dillerden de örnekler verilebilir ama kötü örnek kural olmaz diye başka bir deyimimiz daha vardır. Kanımca çağdaş ve cinsler arası eşitliği öngören bir toplumda bu tür ayrımcılıklar ortadan kaldırılmalıdır. Bu ise yasaklar konarak olmaz, eşitlik düşüncesinin içselleştirilmesi ve uygulanması ile olabilir. Ne yazık ki; bunun tam tersine işler yapılmaktadır. Örneğin kendisini bu konunun takipçisi veya aktivisti olarak tanımlayanlar bile yazışma ve konuşmalarında bu deyimlere yer vermektedirler. Birçok kadın hakları savunucuları, feministler, televizyonlarda program yapımcısı hanımlar bu deyimi erkekler kadar yaygın bir sıklıkla kullanmaktadırlar.

TEŞEKKÜR ETMEK –  ÖZÜR DİLEMEK
TEŞEKKÜR ETMEK –  ÖZÜR DİLEMEK

Özür dileme dürüstlük, ahlak ve erdem kavramlarıyla doğrudan ilgilidir. Özür dilemekten kaçınmak veya sakınmak ise o kişinin kişilik yapısındaki bir soruna işaret etmektedir. Bu sorun karşımıza kendini beğenmişlik ve kibir olarak çıkmaktadır. Bu türdeki insanlar, kendilerinin yanlış yapmadığı, yapmayacağı şeklinde (bir tür narsisizm) kendilerini koşullandırmışlardır. Bu insanların özür dileyince toplumdaki saygınlıklarından bir şeyler yitirecekleri konusunda bir korkuları vardır. Oysa gerçek durum bunun tam tersidir. Özür dileyen kimse kendi dışındaki insanların gözünde daha da büyür, bilgelik katına yükselir. Erdemli ve dürüst niteliklerini kazanmış olur. Kibirli insan saygınlığını korku salarak sağlayabildiği halde özür dileyerek kendisinin de yanlış yaptığını, yapabileceğini kabul eden kişi yarattığı sevgi ortamı ile saygınlığını daha da pekiştirir. Çünkü çevresindeki insanlar bu dürüstlükten kendilerine bir zarar gelmeyeceğini kabul etmiş olurlar. Özür dilemeden bir yaşamın sürdürülmesi akılcı da değildir. Çünkü bu durumdaki kişi yarattığı korkuya dayalı düzenin sürdürülebilmesi için elindeki güçleri sonuna kadar kullanmak zorunda kalır. Bunu kendisi için bir varlık-yokluk/ beka sorunu olarak kabul etmektedir. Örneğin korunmak için savunma hatta olası bir saldırı düzeneği oluşturur. Kendisine hiç gerekmediği halde koruma orduları oluşturur. Bunun için hem kendi fiziki gücünü ve hem de parasını harcar. Oysa bu potansiyel gücü çok daha verimli alanlarda kullanabilir.

İLETİŞİM, MİZAH ve HOŞGÖRÜ
İLETİŞİM, MİZAH ve HOŞGÖRÜ

İletişim karşılıklı düşüncelerin bilgilerin alış verişidir. Bu alışverişin amacı bulunulan durumdan daha iyi, daha doğru ve daha güzel bir konuma geçmektir. Bu alışverişte karşı tarafın düşüncelerini onaylamak kadar eleştirmek de vardır. Aksi halde ortaya bir düşünce, fikir alışverişi çıkmaz, onun yerine bir tarafın düşüncelerinin ürünü emir ve talimatların bildirilmesi çıkar. Bununla da ileriye doğru yol alınmaz, alınamaz. Statükoculukla yol alınamadığı, ileriye gidilemediğini tarih bize acı ve gözyaşları içinde anlatmaktadır. İmam Gazali ve Nizam-ül Mülk’ ün Nizamiye Medreseleriyle birlikte akli bilgi yerine nakli bilginin konulmasıyla ilerleme durmuş, daha doğru bir tanımlama ile donmuştur. Başkaları yerinde saymayıp ilerlediği için de bizim içinde bulunduğumuz coğrafyanın insanları diğerlerinden geriye kalmıştır. Bu talihsiz seçimin tersine çevrilmesi zamanı çoktan gelmiştir. Cumhuriyet bu konuda bilimin, eleştirel aklın ve hoşgörünün yolunu açmış ancak daha sonraki uygulamalar ne yazık ki istenen ilerlemenin sağlanması için yeterli olmamıştır. 

NESEP NEDİR, NESEPSİZ NE DEMEKTİR?
NESEP NEDİR, NESEPSİZ NE DEMEKTİR?

Son zamanlarda kızgınlıklarının bir ifadesi olarak insanların birbirlerine karşı kullandıkları nesepsiz veya nesebsiz şeklindeki nitelemeleri duyduğumda doğrusu önce şaşırdım sonra da bu konulara duyarlı bir yurttaş olarak bilgisizliğim nedeniyle kendimi suçladım. Nerede yanıldığımı öğrenmek için yukarıda alıntı yaptığım eserleri araştırdım, sayfa sayfa taradım. “nesepsiz-nesebsiz” şeklinde bir sözcüğe rastlamadım. Ali Püsküllüoğlu’nun Türkçenin Argo Sözlüğü ve Hulki Aktunç’un Büyük Argo Sözlüğü’ne de baktım, böyle bir sözcük görmedim. Çünkü nesepsiz olma hali nesebin yokluğudur. Bir insanın anası, atası yoksa kendisi de olmaz, olamaz. Olsa olsa nesepsiz nitelemesi çocuğu olmayan (alt soyu bulunmayan) bir kimseyi anlatmak için kullanılabilir. Bunun için illa da Arapça bir sözcük kullanma hevesinde iseler zürriyetsiz sözcüğünü kullanabilirler. Nesebi bozuk, karışık, neseb-i meçhul falan dese yine biraz anlaşılabilir. Nesepsiz gibi şeceresiz  (= soy, soy ağacı) sözcüğü de anlamdan yoksundur. Aynı şekilde soysuz veya soysuzluk da hiçbir anlamı olmayan sözlerdir. Bir de cibilliyetsiz sözcüğü var. Kökeni Arapça olan bu sözcüğün anlamı yaratılış, yapılış anlamına gelmektedir. Cibilliyetsiz denmekle yaratılışı olmayan mı anlatılmak istenmektedir?  Bir soyu olmadan, ana-babası olmadan ikisinin birlikte bir eylemi olmadan bir insan olmaz. Neseb-i gayri sahih demek de olmaz. Çünkü o kadar eski ve uzun bir nitelemeyi söylerken aşağılamanın lirizmi kaybolur, etkisi azalır. 

AŞAĞILAMA, SÖVGÜ VE HAKARET
AŞAĞILAMA, SÖVGÜ VE HAKARET

Bildiğiniz gibi küfür veya sövme eyleminin en kızgın anında en yüksek perdeden söylenen sözler erillik ile ilgilidir. Bu tür insanlar karşı tarafa bu eylemlerde bulunulacağının ilan edince, bağırınca bir rahatlama duygusu yaşarlar. Niçin? İnanın bunu kimse bilmiyor, bilen varsa bir adım öne çıksın, bize de anlatsın. Hatta bu tür sövgü ve küfürleri söyleyenler de neden veya niçinini bilmemektedirler. Ne anlamsız ve ne aptalca bir davranıştır bu. Söven kişi sövdüğüne kızdığı için sövmektedir. Bir insan, bir erkek sözünü ettiği "o cinsel eylemi" sevdiği bir başkası ile yapar, öyle değil mi? Cinsellik iki kişi ile yaşandığında bir haz, bir zevk aracı olur. Cinsellik bir başkasına eziyet olsun diye yapılınca zevk değil hırs, kin, hiddet, nefret, haset, kıskançlık vb. duyguların doyurulması için yapılır. Bu tarzda bir eylemin kendisine de bir haz verdiği söylenemez. Aldığı bir haz varsa bu haz o kişinin cinsellikten aldığı haz değildir.  Küfür ve sövgü bir insanın kişiliğinde bulunan ve doğal olmayan bir duyguya hizmet eder.

NARTHEX
NARTHEX

Ateş, mitolojiye göre tanrıların tekelinde ve kontrolünde idi. Şimdi ise bu kontrol insanlardadır. Ateş kontrol altında olduğu zaman harikalar yaratır ama kontrolden çıktığında felaketlere de neden olur. İnsanların istek ve iradeleri dışında kalan ateş bile kontrol altına alınabilir. Örneğin Faraday’ın yaptığı gibi paratönerler kurularak yıldırımların yıkıcılığı, yakıcılığı önlenebilir. Bir de göz göre göre ateşin felaket yaratması var ki; bu asla kabul edilemez. Örneğin orta çağın cadı avı ve cadıların yakılması, örneğin Giordano Bruno’nun kiliseye karşı çıktı diye diri diri yakılması. Akıllı Prometheus’un en kötü cezaları göze alıp tanrılardan çalarak bize getirdiği ateşin kıymetini bilmek ve akıllıca kullanmak zorundayız. Aksi halde ateş bizi de yakar ve yok eder. Örneğin doğayı hor kullanarak yarattığımız sera gazları ile sıcaklığın artmasına, buzulların erimesine, iklimin değişmesine neden olmamalıyız. Prometheus’tan bize miras kalan yalnız ateş değil ateş ile birlikte akıl ve onun annesinden ona, ondan da bize kalan adalettir.

MÜJDE
MÜJDE

Başlangıçta normal gibi görünse de yapılan hizmete göre ücretin yükselmesi gibi olumlu karşılansa da bu sistem işçi, işveren ve müşteri açısından büyük sorunlar yaratmaktadır. İşçi ve müşteri açısından farklı beklentilerin oluşmasına neden olmaktadır. Japonya gibi bazı ülkelerde bahşiş alınıp verilmesi asla olumlu karşılanmamaktadır. Bahşiş ve Japonya örneğinin müjde konusu ile ilgisi yokmuş gibi düşünülebilir.  Bize göre durum hiç de öyle değildir. Demokrasilerde politikacı ile seçmen yurttaşlar arasındaki ilişki politikacının vaatleri ve seçmenin oyu ile dengelenir. Bana oy verirseniz size müjdeli haberler veririm ya da bize müjdeli haberler verirsen biz de sana oylarımızı veririz. Giderek bu alma verme işi şantaj ve rüşvete kadar gider. Türkiye demokrasisinde bunun çok dramatik örnekleri bilinmekte ancak dillendirilmemektedir.

İBRET
İBRET

Halkın alışageldiği yaşam tarzına, şekle, oluşa uymayan olaylara, şeylere ve kişilere “çirkin-güzel” kavramları yerine “ibret” kavramını kullanmasının arkasında yatan nedenlerin ayrıca incelemesi gerekir. İlk saptama sözcüğün olumsuz, kötü bir şey çağrışımıdır. Ayrıca göreceli bir kavram olma özelliği vardır. Halktan bir kesimin güzel bulduğuna diğer kesim çirkin diyebilir. Aynı şekilde bu gün çirkin olan yarın güzel olarak değerlendirilebilir. Bunun en can acıtıcı yanı topluma yenilik getiren kişilerin, bu kişilerce yapılmış şeylerin bu sözcükle damgalanması ve yeniliğin, ilerlemenin önünün kesilmesi tehlikesidir. Moda her zaman var olandan daha değişik şeylerin ve düşüncelerin halka sunulmasıdır. Toplumun veya toplumdan bazı kişilerin bu yeniliklere “ibret” veya ibretlik gözü ile bakması doğru değildir. Bu sözcüğün kullanılması sırasında o kişi, düşünce veya şeyler ile ilgili olarak aşağılayıcı, pejoratif bir duygu hemen sezilir. Bu duygunun da toplumda bir ayrıştırmaya ve kutuplaşmaya neden olacağı su götürmez. Vurgulamak için yinelemekte yarar var. Elbette kişilerin estetik anlayışları ve değerlendirmeleri farklıdır ancak birilerinin beğenmediklerine, varlığına tahammül gösteremediklerine aşağılayıcı bir ifade kullanması kabul edilemez. Çünkü ibret sözcüğü, içinde aşağılayıcı bir olumsuzluk ögesi barındırmaktadır.

DİLDE YABANCI HAYRANLIĞIMIZ
DİLDE YABANCI HAYRANLIĞIMIZ

Dil konusu 200 yıldan bu yana, hatta daha öncesinde hep tartışılmıştır. Türkçenin geri kalma ve geri bırakılma nedenlerini hiç veya yeterince araştırmadan yabancı sözcükleri dilimize sokarak, dilin yapısını de değiştirip onlar bu sorunu çözümleyebileceklerini düşünmüşlerdir. Elbette daha geniş akademik çalışmalarda bu sorunlar yine uzun uzun tartışılabilir. Ancak Cumhuriyetle birlikte, çağın sosyoekonomik ve sosyokültürel koşulları ile çok büyük ölçüde örtüşen kararlarla çözüm yolu belirlenmiştir. Artık ne yapmalı sorunu bitmiş ve nasıl yapmalı sorunu gündeme gelmiş oturmuştur. Eskiye dönüş olanağı her yönüyle olanaksızdır. İyi niyet ile yapılan çalışmaları baştan kötüleyip alaya alarak bir yere varılamaz. Artık bu konulara ilgi duyanlar, düşüncelerini özgürce konuşup tartışarak dilin gelişimi yönünde yürümelidirler

APERİTİF
APERİTİF

Sözcüğün kökeni Latince açmak anlamına aperire eyleminden +(t)ura ekiyle apertura olmuş ve sonra da Fransızcaya geçmiş,  apéritif halini almıştır. Fransızcada aperture açık, ağzı açık anlamına kullanılmaktadır. Yine Fransızcada ouvrir/ açmak eyleminden türetilmiş ouverture/ uvertür sözcüğü vardır. Uvertür daha çok opera ve bale gibi sahne eserlerinin giriş, başlangıç bölümlerini ifade eder şekilde kullanılmaktadır. Yunan tragedyalarında bunun karşılığı prolog sözcüğüdür. İngilizler ve Almanlar da sözcüğü aynen almışlardır. Ancak yazılışı aksansız aperitif şeklindedir. Bizdeki tüm sözcüklerde de yazılış aperitif şeklindedir. Ancak Google aperitif yanında aperatif şekline de yer vermektedir. Elbette doğrusu sözlüklerde de gösterildiği gibi aperitiftir. Eğer bizim dilimize uygun gelmiyorsa, telaffuzu zor geliyorsa Türkçe iştah açar, başlangıç veya giriş yiyeceği ya da içeceği sözcükleri kullanılabilir. İştah açar dersek sözcüğün özgün şekline de uygun olur. Lokantalarda “ara sıcağı” sözcüklerini kabullenmişiz. İştah açar sözcüğünü de rahatça kullanabiliriz. Bir süre kullandıktan sonra bu sözcük yerleşir. Yabancı dillerden alınmış, kiralık gibi duran eğreti sözcüklerin nasıl söyleyeceğiz sıkıntısından da bu şekilde kurtulmuş oluruz.

BAŞIN ÖNE EĞİLMESİN
BAŞIN ÖNE EĞİLMESİN

Gerekmediği halde gerçekleştirilen bu uygulamalar a) bilinçsizce yapılıyorsa kolluk güçlerine verilmiş olan görevin sınırlarını aşmak eğer b) bilerek ve isteyerek yapılıyor veya yaptırılıyorsa yasa ve yönetmelikle kendilerine tanınmış olan bir hakkın kötüye kullanılmasıdır. Gerekmeksizin kelepçe takılması yasal düzenlemelere, çağdaş hukuk anlayışına, yasanın ve yönetmeliğin amaçlarına, lafzına ve ruhuna aykırıdır. Bütün bu olanları bir de videoya çekip sonra da gazete ve televizyonlar aracılığı ile halka teşhir etmek önlem değil başka amaçlara hizmet etmektedir. Eskiden darağacına asılarak yapılan idamlarda ceset bir süre asılı olduğu yerden indirilmezmiş. Fransa’da giyotinin kesip koparttığı insan başının içine düştüğü sepet ve içindeki insan başı halkın görmesi için kent meydanına konurmuş. Bununla güdülen amaç idamın korkunçluğunu göstererek onu seyredecek halkın korkacağı beklentisidir. İdam cezası adı altında bir kişinin öldürülmesi ibret olsun gerekçesiyle bazılarının intikam duygularının doyurmaya hizmet etmektedir. Hukuk tarihi ve adalet istatistikleri bize aksini gösterse de caydırıcı olacağı yolunda bir beklenti oluşturulmak istenmektedir. Bütün bu süreç bir gücün toplum üzerinde büyüklüğünü, acımasızlığını göstermektedir...

AHMAK
AHMAK

İrdelediğimiz konu ile ilgili olarak bir de hakaret sözcüğü vardır. Bu sözcük de ahmak sözcüğü gibi dilimize Arapçadan girmiştir. Anlamı hor ve hakir olma durumunun karşılığıdır. Dilimizde bundan başka tahkir etme, aşağılama için bir sıfat olarak kullanılmaktadır. Kökü Arapça haqara hakir, adi ve itibarsız olma halidir. Buna benzer bir sözcük de hakaretamiz sözcüğüdür. Tahkir etme aşağılama, hakir aşağılanmış olan şey veya kimseyi anlatmada kullanılır. Tahkir sözü ile ilintili bir de küfür sözcüğü vardır. O da Arapça kufr kafara sözcüğünden dilimize girmiştir. Küfrün anlamı dinsizlik, nankörlük ve dine sövmedir. Kâfir de küfreden, dinsizlik yapan anlamınadır. Kafara sözcüğünün Aramca olabileceği ileri sürülmektedir. Bizde kefere olarak söylenmekte ve kâfir sözcüğünün çoğulunu ifade etmektedir, kâfirler anlamınadır. Ancak bizde kefere biraz alaycı bir tavırla açıkgözlük yapanlara karşı kullanılmaktadır.

BÜTÇE
BÜTÇE

Bütçe Fransızca, İngilizce ve Almancadaki budget sözcüğünden dilimize alınmış olup gelir ve gider durumlarını gösterir bir çizelge anlamına gelmektedir. İtalyanlar bilancio diyorlar. Devletin bütçesi, belediyelerin, şirketlerin bütçesi ama en dramatik olanı da fukaranın aile bütçesi. Sözlük anlamı: 1) Evrak veya para kesesi, özellikle İngiltere Hazine Bakanının yıllık hazine hesabını Parlamentoya sunarken kullandığı çanta, 2) Hükümet bütçesi, gelir-gider çizelgesi" sözcüğünden alınmadır. Kökeni Fransızca budget kese, dağarcık, çıkın sözcüğüdür. Eski Fransızca sözcük Latince bulga torba, bohça sözcüğünün küçültme halidir. Bulga İrlanda dilinde bütçe sözcüğünün karşılığı olarak kullanılmaktadır. Bugünkü anlamda budget sözcüğü 1690' da ilk kez Fransa'da kullanılır olmuş.

AHLÂK
AHLÂK

Bu kavramla birlikte (nomos) namus, vicdan, erdem/fazilet, hikmet, onur/şeref, haysiyet, vakar, töre, gelenek, görenek,  örf,  âdet, anane, belki biraz moda, hars, kültür, folklor, görgü, edep/adab, adab-ı muaşeret, terbiye, utanma, hayâ, nezaket, özveri/fedakârlık, yaşam tarzı, yıkıcı-gözetici bencillik gibi konuların birlikte ele alınması gerekmektedir. Bu kavramlardan bazıların birbiriyle eş anlamlı bazıları ise zıt anlamlıdır. Bazılarının aralarında ise çok küçük farklılıklar veya benzerlikler bulunmaktadır. Bu konuları inceleyip istenen olumlu bir sonuca varabilmek için öncelikle bu kavramların köken ve anlamlarını iyi, doğru bilmemiz ve yerinde kullanmamız gerekmektedir. Bu yazı ahlâk kavramının ve onunla ilintili olan diğer kavramların irdelenmesi yanında ahlâk kavramına kaynaklık eden “hlk” kökünden türemiş iki farklı anlamdan birini dışarıda tutan anlayış üzerine bir deneme niteliğindedir.

Başparmaklarımız
Başparmaklarımız

Başparmak, (bitişik yazılır) el ve ayağın en başta bulunan en kalın parmağının adıdır. Başparmak, Fransızca pouce, İngilizce thumb, great toe, (parmak, finger), Almanca daúmen (finger der hand) sözcükleri ile ifade edilmektedir. Latincede başparmak için pollex, pollice sözcükleri bulunmaktadır. Pollex sözcüğü ile daha çok anatomi konuları konuşulurken iskelet yapısını anlatmak için parmak yerine kullandığımız falanks/ phalengae sözcüğü ile karşılaştırmak yararlı olacaktır. Antik Yunancada parmak karşılığı kullanılan sözcük Δάχτυλο /dáchtylo’dur. Latincede genel olarak parmak sözünün karşılığı olarak kullanılan sözcük de digitus sözcüğüdür. Digitus sayı sayma olarak değindiğimiz işlemde birinci sayıyı yani işaret parmağını ifade eder ama sözcük diğer parmaklar için de kullanılmaktadır. İtalyancada parmak karşılığı kullanılan sözcük dito’dur. Parmak izi de impronta digitale olarak ifade edilmektedir. Parmak sayma Batı dillerinde son 50-60 yılın en çok kullanılan sözcüklerinden birine, digitustan evrilmiş digital sözcüğüne kaynaklık etmektedir. Bu kavramın karşılığı olarak dilimizde sayısal sözcüğü kullanılmaktadır.

MENDİL
MENDİL

Mendil sözcüğü yukarıda da belirtildiği gibi dilimize başka dillerden gelmiştir. Ancak halkımız onu öyle bir benimsemiştir ki; biz artık onun Türkçe mi yoksa yabancı dilden bir sözcük mü olduğunu düşünmüyoruz. Hatta çoğumuz bu sözcüğün Türkçe olduğunu düşünüyoruz. Bir dili dil yapan sözcüklerinin sayısının çokluğu kadar bu sözcüklerin toplumsal yaşantıda işlerliğinin olmasıdır. Mendil bu işlerliğe güzel bir örnektir. Hepimiz dilimizdeki kavram ve terimlere sahip çıkmamız bunların anlam ve kökenlerini doğru bilmemiz ve yerli yerinde kullanmamız gerekmektedir. Dilimizi ve dilimizdeki kavramları, terimleri doğru bilip doğru kullanırsak iletişimimiz ve yeni şeyler düşünme ve yaratma becerilerimiz de o oranda artacaktır. Ülkelerin halkları arasındaki ekonomik, sosyal ve kültürel ilişkilerin gelişmesiyle karşılıklı olarak sözcük alış verişleri de kendiliğinden olacaktır. Dilin yapısını oluşturan gramer kuralları ve diğer dilbilimsel kurallar bozulmadığı sürece bu sözcük alıp vermelerinin bir sakıncası olmadığı gibi belki o dilin daha da zenginleşmesine yardımcı olabilir. Mendil bir kez dilimize girmiş ama Türkçede o sözcükle ilgili olarak ve ona bağlı olarak çok büyük bir kültür hazinesi oluşmuştur.

BODRUM'DA YABAN HAYATINI YOK EDEN İMAR PLANLARI
BODRUM'DA YABAN HAYATINI YOK EDEN İMAR PLANLARI

Bu dünyanın sahibi ve efendisi olmadığımızı, bu dünyadaki tüm canlı ve cansız her şeyle birlikte bu yaşamın bir paydaşı olduğumuzu, hep birlikte adil bir yaşamın bize sağlık ve esenlik getireceğini 7 'den 70' e bıkmadan, usanmadan herkese 7/24 anlatalım .

RÛM,  RÛMÎ, RÛMELİ
RÛM,  RÛMÎ, RÛMELİ

Öte yandan, Rûm, Rûmî kelimelerinin Müslümanları da içine alması son derecede dikkate değer. Mevlana Celaleddin-i  Rûmî, bire bir anlamıyla Romalı Celaleddin, ama kavramsal anlamıyla Anadolulu Celaleddin demek. Celaleddin bugün Afganistan sınırları içindeki  Belh şehrinden Anadolu'ya göç etmiş, Konya'ya yerleşmişti. Ömrünü Anadolu’da geçirdiği için "Rûmî, Mevlânâ-i Rûm, Mevlânâ-i Rûmî”, müderrisliği dolayısıyla da Molla-yı Rûm” gibi unvanlarla da anılır. Demek ki, Anadolu'ya geldiği  on üçüncü yüzyılın ilk yarısında Rûmluğun Romalılıkla bağı kopmuştu. ........... Istanbullular Istanbul'un iki yakası için yakın bir geçmişe kadar Anadolu yakası, Rumeli yakası derlerdi. Bir süredir, ne yazık ki, Rumeli yakası yerine Avrupa yakası denmeye başladı. Buna göre, öbür yakası için de Asya yakası denmesi beklenirdi. Ama hayır, Anadolu yakası deniyor.  Neden acaba diye düşünmek gerekir. Birileri Asya geri bir yer, neden  Asyalı olalım, oysa Avrupa ileri diye düşünmüş olsa gerek. Yer adlarıyla oynama geçiştirilecek bir şey değil. Bana sorarsanız, bu ülke insanlarının bir bölümüne  özgü bir aşağılık duygusu bu! 

ORGANİZE ÖRGÜT VEYA ORGANİZE SUÇ ÖRGÜTÜ
ORGANİZE ÖRGÜT VEYA ORGANİZE SUÇ ÖRGÜTÜ

Bu açıklamalarımıza göre başlıktaki anlam örgütlü örgüt olarak karşımıza çıkıyor. Devlet aygıtının en tepesinde yapılan yanlış aşama aşama toplumun en uç noktalarına kadar yayılıyor. Bunun başlıca nedeni yabancı dillerden alınan sözcükleri gerçek anlamlarını bilmememiz ve kullanmamamızdır. Kendi dilimize de yabancı dillere de gereken özeni göstermiyoruz. En okumuşumuzdan en cahilimize kadar bazen farkına bile varmadan “örneğin, mesela” diye konuşabiliyoruz. Dil iletişim aracı olarak da düşünme tezgâhı olarak da yeni bir şey yaratmakta da bizim en büyük yardımcımız, yolumuzu gösterir, aydınlatır bir ışık kaynağımızdır. Bunun değerini bilelim. İletişimsizliğin, geri kalmışlığımızın en belli başlı nedenlerinden bir tanesi hiç kuşkusuz dilimize gereken özeni göstermeyişimizdir. Bu yanlıştan en kısa sürede dönmeliyiz.

Türkçedeki Yunanca kökenli kelimeler
Türkçedeki Yunanca kökenli kelimeler

Yunan dilinden Türkçeye geçen kelimeleri farklı özellikler arzeden üç grupta değerlendirmek gerekir. Birincisi doğrudan doğruya Yunancadan alınanlardır. Bunlar 14. yy’dan önce başlayarak çok tedrici bir şekilde dile sızmış, 19. yy sonu ve 20. yy başlarında biraz hız kazanmıştır. Hızlanma dilin dış etkilere daha açık olmasından mıdır, yoksa avam dilinde çoktan beri var olan alıntıların, yeni bir kültürel iklimde, yazı diline daha kolay veya daha cesurca entegre edilmelerinden midir, kestiremiyorum. En erken dönemde Bizans idari ve askeri dilinden ödünç alınan bir avuç kelime göze çarpar; bunlar dışındaki alıntıların büyük çoğunluğu balıkçılık, tarım ve ev hayatı ile ilgili somut nesneler ve basit işlevlere aittir. Yüksek kültürü veya egemenlik yapılarını yansıtan kelimeler hemen hiç görülmez.

TANRI ve ADALET/ İLAHİ ADALET / TANRI SEVGİSİ / TANRININ İNSAN SEVGİSİ
TANRI ve ADALET/ İLAHİ ADALET / TANRI SEVGİSİ / TANRININ İNSAN SEVGİSİ

Aynı şeye, aynı düşünceye bulunduğumuz noktadan farklı bir yerden bakınca farklı görüntülerin ortaya çıkması, o şey ve düşüncenin farklı şekillerde algılanması doğaldır. Çok bilinen bir örnek vardır. 6 rakamına bir yönden bakan 6, diğer yönden bakan 9 olarak görür. Aşağıdaki bu karalama yerde yazılı rakamı değil ama bakan insanın yerini değiştirerek ortaya çıkan durumu değerlendirmek amacıyla kaleme alınmıştır. Elbette bu yazı ve yazıya konu olan düşünceler eleştirilebilir. Bu eleştiriye hiç kuşkusuz ben de katkıda bulunmak isterim. Bu hali ile yazı  “sesli düşünme” olarak değerlendirilebilir.

TUTUM
TUTUM

Şimdi gelelim yazımızın başlığındaki tutum kavramına, TDK sözlüklerine göre tutum a) tutulan yol b) gelirle gideri, üretimle tüketimi, sarsıntılara meyden vermeyecek biçimde düzenli tutma veya gereksinmeleri sınırlı olanaklarla en verimli olacak bir sıraya göre karşılama, iktisat, ekonomi anlamlarına gelmektedir. Tutumlu olmak da tutumla davranan, muktesit anlamına Türkçe bir sözcüktür. Tutumsuz da dilimizde müsrif, israf eden anlamına gelmektedir. Tutumlu olmak bazılarının anladığı gibi bazı gereksinimlerin karşılanmasından kısmen veya tamamen vazgeçilmesi değil bu gereksinimlerin kaynaklar göz önünde  tutularak en akılcı yollarla karşılanması demektir. Tutum sözcüğünün kökeni Türkçe tutmak eyleminden türemiş olan tut köküdür. Buna um soneki takılarak tutum sözcüğü elde delmiştir.

SÜRTÜK
SÜRTÜK

Bu cinsel yönelimin pek çok dildeki karşılığı aynı; küçük yazım farklılıklarıyla lesbian, lesbienne, Lesbe vb.  Türkçede de lezbiyen. Lezbiyen kelime anlamıyla Lesboslu demek. Lesbos Türkçe adı Midilli olan Ege adası. Midilli, Lesbos'un merkezi durumundaki en önemli köyü ya da beldesi. Eski Yunan lirik şiirinin büyük temsilcisi kadın şair Sappho'nun (İÖ. 600 dolayları) yaşadığı ada burası. Şiirleri Türkçeye de çevrilen Sappho'nun şiirlerinde bu konuyu işlediğini biliyoruz. Kolayca bayağılığa kaçabilecek tehlikeli bir konuyu büyük bir içtenlikle işlemesiyle büyük hayranlık uyandırmış, ünü günümüze kadar gelmiştir. Yunan kaynaklarında  şiir, musıki, dans gibi güzel sanatların esin perileri olan dokuz Musa'ya göndermeyle "Onuncu Musa" olarak anılır Sappho.

DİL ÖĞRETİMİNDE ETİMOLOJİ BİLGİSİNİN YARARLARI
DİL ÖĞRETİMİNDE ETİMOLOJİ BİLGİSİNİN YARARLARI

Bir dile sadece "saydam" kelimeler değil, "mat", "sisli", "bulanık" kelimeler de gereklidir. O dilin bir kültür dili olarak gelişmesi, yani bilimde, sanatta, felsefede kullanılabilmesi, duyguların ve düşüncelerin zengin bir biçimde dile getirilebilmesi için böyle kelimelere de ihtiyacı vardır. Almancanın felsefe dili olarak zengin bir dil olması soyut / soyutlaşmış kavramlarının zenginliğiyle ilgilidir. Köken. bilgisini, yani saydamlığı mutlaklaştırmakla Nurullah Ataç'ın yanılgısına düşmüş oluruz. Bu bakımdan, dildeki her kelimenin köken bilgisi dili kullananlar için mutlaka gerekli değildir. Bazı kelimelerin başlı başına bir birim olarak öğrenilmesi yeterli olabilir. Ayrıca, her dilin belli bir soyutlama düzeyine ihtiyacı vardır. Buna göre, ancak çok verimli olan köklerin, saydamlığını yitirmemiş kelimeler üretebilen köklerin öğretilmesi doğru olur.

DEKOLTE – TESETTÜR – MÜSTEHCEN – PORNOGRAFİ - EROTİZM
DEKOLTE – TESETTÜR – MÜSTEHCEN – PORNOGRAFİ - EROTİZM

Erotizm ya da cinselliğin amacı soyun devamıdır. Ancak tabular ve diğer güncel yasaklamalarla insanlar bu konuyu da bilmemektedirler. Bu konularda toplum gençlere bir eğitim vermekten kaçınmaktadır. Gençlerin yarım yamalak bildikleri yarım ağız anlatılan ve yarım kulak dinlenmiş olanlardan ibarettir. Özellikle erkeklerin pornografi meraklarının bu bilgi eksikliklerini giderebilmek ve bak ben bu konularda ne kadar çok şey biliyorum diyebilmek içindir. Erotizm soyun devamı kadar toplumda sosyal bir konum, statü elde edebilmenin de bir yoludur. Shakespeare’ nin dediği gibi asıl mesele nedir? İnsanların önlerine konan ama ne olduğunu bilmedikleri sapık, çarpık erotizm pastasını, tabağını yalayana kadar yiyip bitirmek mi, istediği kişiye istediğini yaptırmak mı? Yoksa karşı tarafla birlikte karşılıklı ve erotik duygularla örülü güzel bir eser yaratabilmek mi? Dekolte sözcüğünden başlayarak buralara kadar geldik. Dilimizde konuya ilişkin olarak kullanmakta olduğumuz kavram ve terimlerin, sözcüklerin anlam ve kökenlerini bildiğimiz ve yerinde kullandığımızda yaşamın daha iyi, daha güzel bir anlam kazanacağını düşünüyorum:

ETİYOLOJİ
ETİYOLOJİ

Bu sınıflandırma bir anlamda sahip olduğumuz varlık ve kaynakların bir envanteri gibi olacaktır. Bundan sonra bu nedenlerin arasındaki ilişkileri bütüncül bir çerçevede değerlendirerek daha kapsamlı ve daha tutarlı sonuçlara ulaşılabilir diye düşünüyorum. Hiç kuşkusuz bir sonucun tek değil birden çok nedeni bulunmaktadır. Bu nedenlerden biri veya birkaçını görmezden gelerek doğru ve yerinde bir sonuca ulaşılamayacağı gibi o sonuca etkili nedenlerin sonucun ortaya çıkmasındaki paylarını, korelasyonunu da göz önünde tutulmalıdır. Elbette olayın geçtiği konjonktür de bu değerlendirmelerde yer alacaktır.

ETİMOLOJİNİN ETİMOLOJİSİ
ETİMOLOJİNİN ETİMOLOJİSİ

Sorunlar içlerinde çözümleri de barındırır. Sorunlar tek bir parça olmadığı gibi çözümler de tek bir parça değillerdir. Sorunları çözmek sorunları ve çözümleri doğru tanımlamakla olasıdır. Doğru tanımlamak ise o olay, şey veya kişilere özgü sözcüklerin bulunup doğru olarak kullanılmasını gerektirmektedir.

REÇETELERDEKİ KISALTMALAR
REÇETELERDEKİ KISALTMALAR

Hekimler, eczacılar elbette bilirler. Onların meslekleri budur. Bir hastalığa tanı koymak, tanıya en uygun iyileştirme yöntemini belirlemek ve hastaya uygun, onun hastalığını geçirecek ilaçları bir bir hazırlayıp vermek, hastanın bu ilaçları kullanmasını sağlamak. Onlar için bu işler basit sıradan işler. Hasta için öyle mi? Merak endişe ve korku dolu anlar. Geçmek bilmez, şuradan bir an önce kurtulsam deriz. İlaç adlarının, ilacın nasıl hazırlanacağının ve hastaya verilecek olan dozun, doz aralıklarının yazılı olduğu kâğıt parçasına, o pusulaya reçete deniyor. Ama bizler hekim veya eczacı değiliz, değiliz ama merak da ediyoruz.

ATLAS ve KARYATID KAVRAMLARI
ATLAS ve KARYATID KAVRAMLARI

Var olmak yeterli değildir, varlığını sürdürebilmek için güçlü olmak gereklidir. Güç bilgi, bilgi de dildir. Dil ise onu oluşturan kavram ve terimlerdir. Bir dildeki kavram ve terimler ne kadar çok olursa ve toplum tarafından bunların anlam ve kökenleri ne kadar iyi bilinirse ve yerli yerinde kullanılırlarsa gerek toplumu oluşturan bireyler ve gerekse bireylerle yöneticiler arasında çok daha kolay ve sorunsuz bir bilgi akışı, iletişim sağlanabilir. Bu da o toplumun barış ve huzurunu, refahını sağlayacak en önemli bir etkendir.

BAY -  BAYAN
BAY -  BAYAN

26.11.1934 gün ve 2590 sayılı Yasa ile Ağa, Hacı, Hafız, Hoca, Molla, Efendi, Bey, Beyefendi, Paşa, Hanım, Hanımefendi ve Hazretleri gibi lâkap ve unvanlar kaldırılmıştır. O tarihten başlayarak erkek ve kadın vatandaşlar, kanunun karşısında ve resmî belgelerde yalnız adlar ile anılması öngörülmüştür. Bu yasa uyarınca herkes bir soyadı almış ve öz ve soyadları ile anılır olmuşlardır. Yasanın birinci maddesinde öngörülen lakap ve unvanlar kaldırıldığından bu kişilere bir hitap şeklinin de olması gerekiyordu. O tarihte görevli dil kurumu da bay ve bayan sözcüklerini geliştirmiştir. Sonuç olarak bay ve bayan sözcüklerin yasanın lafzına da ruhuna da uygundur. Efendi veya hanımefendi gibi hitap tarzları saygı ifadesi dışında kullanılamaz. Bay ve bayan sözcükleri de aynı şekilde (bana göre) rahatlıkla kullanılabilir ve yasaya en uygun olanı da budur.

LALE – TÜLBENT – TULIPE - TÜRBAN
LALE – TÜLBENT – TULIPE - TÜRBAN

Anlatmaya çalıştığımız gibi lale/ tulipe kavramları bir sözcükten daha fazlasıdır. Bunlar kültürel ve ekonomik yönleri olan kavramlardır. Lale Osmanlı’da Batılı yaşam tarzına özenilerek yaşanan bir devrin adı olmuştur. Aynı zamanda Hollanda gibi küçük ve bataklık bir ülkeye lale büyük gelirler sağlayan bir tarımsal ürün olabilmiştir. Bu sayede topraklarını ıslah etmiş ve bu gün tarım ürünleri dış satımı ile dünyada hatırı sayılır bir noktaya gelebilmiştir. Hiç kuşkusuz bu işlerde Hollanda’nın tarımsal ve hayvansal ürünleri sınıflandırmasının, bunlar üzerinde geliştirici inceleme ve araştırmalar yapmasının çok büyük bir önemi vardır. Belki de bu gelişime en büyük katkıyı aslen İsveçli olan ama Hollanda’da çalışmalar yapan Carl von Linnaeus yapmıştır. Linnaeus flora ve fauna içinde yer alan varlıkların adını koymuş, onları kavramlaştırmış ve sınıflandırmıştır. Bu insanın geliştirdiği taksonomi bu gün hâlâ flora ve fauna konularında çalışanlara yol göstermekte,  kılavuzluk yapmaktadır.

POSTULAT-CREDO–İMAN
POSTULAT-CREDO–İMAN

Buraya kadar olanları özetlersek; toplumsal ilişkiler içinde insanlar belli tutum ve davranışlar karşısında karşı tarafı temsil eden kişi, kurum veya kuruluşların nasıl tepki vereceğini, ne yapacaklarını ve ne yapmayacaklarını bilmek, onlara güvenmek ve inanmak gereksinimi duymaktadırlar. Latin dünyası bunun için bir de çok anlamlı bir deyim üretmişlerdir. Pacta Sunt Servanda. Özetle söylemek gerekir ise herkes verdiği sözü tutmak ile ödevlidir.

AKRABA - HISIM KAVRAMLARI ÜZERİNE
AKRABA - HISIM KAVRAMLARI ÜZERİNE

Belki de akrabalık ve hısımlık kavramları yönünden en zengin dil Türkçedir. Bunun nedenleri araştırılacak olursa ilk göze çarpan özellik toplumumuzda aileyi oluşturan bireyler arasında bağların çok güçlü olması ve bu bağlar ile gelişen gelenek ve göreneklerde ailenin çekirdeğinden çeperlerine kadar her bir üyenin durumunun ve konumunun özenle adlandırılmış olması gelir. Bu ilişkilerin günümüzde de gücünü koruyabilmesinin arkasında kuşkusuz toplumumuzda hala din-tarım toplumuna ilişkin kültürel yapının ve bunun bir sonucu olarak akrabalar arası dayanışmanın varlığı gelmektedir. Hısım ve akraba ilişkileri miras hukukunu, evlilik kurumundan doğan nafaka ve benzeri yükümlülükleri, ayrıca evlilik yasaklarını da çok yakından ilgilendiren önemli bir konudur. İkinci olarak dilimizin Arap ve Fars dilleriyle çok fazla etkileşim içinde olmasıdır.

RAMAZAN, BAYRAM VE RAMAZAN/ŞEKER BAYRAMI KAVRAMLARI ÜZERİNE
RAMAZAN, BAYRAM VE RAMAZAN/ŞEKER BAYRAMI KAVRAMLARI ÜZERİNE

MS 1040 yılında Mısır’ı ziyaret eden İranlı gezgin Nasır-ı Hüsrev, sultanın Ramazan’da 73.300 kilo şeker kullandığı-hazırlattığı şölen sofrasında, şekerden koca bir ağacın dikili olduğunu ve daha başka gösterişli büyük şeylerin yer aldığını- bildiriyor. El Guzuli de (ö.1412) halifenin düzenlediği kutlamayı dikkate değer bir dille anlatırken, bütünüyle şekerden yapılmış bir caminin bulunduğunu ve eğlenceler sona erdiğinde bu camiyi yemeleri için dilencilerin çağrıldığını bildiriyor.

RÜZGÂR
RÜZGÂR

Eski Uygur Türkçesinde havanın, yeryüzüne yakın olan bir noktadan herhangi bir yönde ve herhangi bir hızla doğal akışı olayına karşılık gelecek şekilde esin, esinti veya yel sözcüklerinin kullanıldığı belirlenebilmektedir.  Bugün bu hava olayına yaygın olarak kullandığımız rüzgâr sözcüğü ise ilk kez zaman, vakit biçiminde Karahanlı Türkçesiyle Atabetü’l-Hakayık’ta yer almaktadır. (Sayfa LIII ruz, ruzgar)

KALPAZANLIK
KALPAZANLIK

Emeksiz kazanç sağlamanın bir adı paranın sahteciliği yani kalpazanlık ise bir diğer adı da bilimde ve sanatta taklitçilik intihal/ aşırtmacılıktır. Kendisine ait olmayan bir bilgiyi kendisininmiş gibi halka veya belirli kurullara sunan kişi emeksiz bir kazanç veya kariyer sağlamaktadır. Bu da kalpazanlık suçu kadar ağır bir suçtur. Örneğin, hiçbir uzmanlığı olmadığı halde kendisini hekim olarak tanıtan bir kimsenin veya hekimlik için uzmanlık eğitimini hileli yollarla kazanmış bir kimsenin insan sağlığı için yarattığı tehlikenin ne kadar büyük olabileceğini düşünmek bile istemeyiz. Bir de kendisinin ürünü olan, örneğin bir şiirin, bir sözün altına ünlü bir şairin veya düşünürün adını yazanlar var. Onların ne yapmak istediğini, amaçlarının ne olduğunu da anlamak mümkün değildir. Sanırım bu yolla, yani aktarıcı rolü ile toplumda kendilerine bir yer açmak istemektedirler. Bu tür sahteciliklerden en çok nasibini alanlar, Ömer Hayyam, Can Yücel, Nazım Hikmet gibi ünlü şairlerimizdir.

POLİTİKA
POLİTİKA

Politika devleti yönetme sanatıdır. Kamusal bir ödevdir. İktidar muhalefet kavgası değildir. Politika sözcüğünün sözlük anlamı devletin işlerini amaç, yöntem ve içerik olarak düzenleme ve gerçekleştirme kurallarının tümüdür. Daha geniş bir anlamda da devletin yönetimiyle ilgili özel görüş veya anlayışlardır. Dilimizdeki eş anlamlı olarak kullanılan bir başka sözcük siyaset ve siyasadır.

CIMON-PERO' NASIL CHARITY ROMANA OLDU?
CIMON-PERO' NASIL CHARITY ROMANA OLDU?

Bu kısa anlatımdaki amacımız: Paleolitik ve neolitik dönem süresinde kadınlık elde ettiği toplumsal statüsünden sürekli ödünler vermek zorunda kalmıştır. Orta, yeni ve yakın çağlar boyunca kadın yitirdiği eski konumunu kazanamadığı gibi bu gün uygulanmakta olan ekonomik, politik sistem ve sosyal, kültürel yapı kadına yeni tuzaklar hazırlamaktadır. Dikkat çekmek istediğimiz nokta annenin çocuğuna ve çocuğun annesine duyduğu tropismos naturalis /doğal yönelişler bile Cimon-Pero örneğinde olduğu gibi başka amaçlara kurban edilebilmektedir. Oysa Cimon Pero öyküsünün Plinius tarafından aktarılan özgün hali ne kadar da içten, ne kadar da insancıl değil mi?

İDEOLOJİ– DEMAGOJİ – PROPAGANDA -DEMOKRASİ
İDEOLOJİ– DEMAGOJİ – PROPAGANDA -DEMOKRASİ

Demokrasi üzerine yirmi beş yüzyılda kütüphaneler dolusu kitaplar yazıldı ve yazılmaktadır. Bundan sonra da yazılacaktır. Bu kısa çalışma içinde demokrasi ve ilintili kavramlarını irdelemeye çalıştık. Bu çalışmanın ne kadar eksik olduğunun bilincindeyiz. Bu yazıda öngörülen konularda bilgi edinmek hiç de zor değildir. Çağımızda teknoloji hepimize neredeyse sınırsız derecede olanaklar sunmaktadır. Sözünü ettiğimiz bu eksiklikler bu yollarla kolayca giderilebilir.

YABANCI DİLLERDEN ALINAN KAVRAM VE TERİMLER SORUNU
YABANCI DİLLERDEN ALINAN KAVRAM VE TERİMLER SORUNU

Yabancı dillerden aldığımız sözcükler her zaman lengüistik sorunlara neden olmuştur. Benim kanımca, bunun en önemli nedeni, bizim dilimizin Ural-Altay dil ailesi içinde, sözcük alıp kullandığımız dillerin ise daha çok Hint-Avrupa dil ailesi içinde yer almış olmasıdır. Bu iki dil grubundan birinin diğerine üstün oluşu gibi bir düşünce herhalde söz konusu olamaz ancak bu iki dil grubu fonetiğinden, semantik ve morfolojik özelliklerine kadar birçok yönden çok farklıdırlar. Söz ve sözcük dizilişleri farklı, önek ve soneklerle sözcük türetmeleri farklıdır. Batı dilleri için yaşanan bu sorunlar, Sami dilleri için de geçerlidir. Ne yazık ki; anadilimiz dönemin yöneticilerince önemsenmemiş, tam tersine her zaman yabancı dillerden alıntılar yapılmıştır. Karamanoğlu Mehmed Bey'in 13 Mayıs 1277' de, yani Osman beyin beyliğini ilan etmesinden 22 yıl önce,  duyurduğu “Bugünden sonra hiç kimse divanda, dergâhta, bargâhta, mecliste ve meydanda Türkçe' den başka dil konuşmayacak” şeklindeki buyruğu Türkçeyi devlet dili yapmaya yetmemiş, ondan sonra gelenler Arapça ve Farsçayı harmanlayarak Osmanlıca adıyla yeni, Esperanto bir dil (!) yaratmışlardır. Köksüz, temelsiz bu dil benzeri şey dar bir çevrede iletişim aracı olabilmiş ama toplumu ileri götürememiş, bilim ve sanat dünyasının seyircisi durumuna getirmiştir.

BANLİYÖ
BANLİYÖ

Günlük yaşantımız içinde sık sık kullandığımız sözcüklerden birisi de banliyö sözcüğüdür. Bu sözcüğün anlam ve kökeninde ve ayrıca çağrıştırdığı başka sözcükler arasında kısa bir yolculuk yapacağız.  Sözcük dilimize Fransızcadaki “banlieu” sözcüğünün okunuş şekliyle girmiştir. Ülkemiz bu sözcükle İstanbul’da Tünel ve Banliyö Trenlerinin işletilmeye başlandığı 1870’li yıllarda tanışmıştır. Banlieu sözcüğü, dilimize “yörekent” olarak çevrilebilir. Sözcük Fransa’da kentin yargı alanı içinde bulunan kırsal bölge, dış mahalle anlamına kullanılmaktadır.

SATRANÇ
SATRANÇ

Satranç Doğuda bulunuyor, Batıya ulaşıyor ve orada yeniden şekilleniyor. Sonra Doğu, Batının şekillendirdiği oyunu bu haliyle kabulleniyor. Taşların adları bir yana şekilleri de değişiyor. Biz Şah diyoruz ama elimize aldığımız taşın Şaha benzeyen bir şekli yok.  Vezir vezire benzemiyor. Filin fil şekliyle hiç ilişkisi yok. Doğu elindeki bir kültür aracını Batıya kaptırmış. Niçin? Çünkü ekonomik gücü eline bir şekilde geçirmiş olanlar ulusal ve uluslararası düzeyde kültürü de şekillendiriyor.

GAZİLER HELVASI – ŞÜKÜR HELVASI
GAZİLER HELVASI – ŞÜKÜR HELVASI

Son bir konuya daha dikkat çekmek isterim. Kültürümüzde  “Şehitler Helvası” kavramı yok, ama “Gaziler Helvası” kavramı var. Bu kavramları halkımız yaşayarak üretiyor. Gazilerin dönüşüne olan sevincini, şükranlarını böyle ifade ediyor. Eli öpülesi annelerimiz doğurup büyüttükleri çocuklarına yeniden kavuşmanın mutluluğunu yaşıyorlar.  Ellerindeki tahta kaşık helva tavasında her döndüğünde onların düşünceleri şükür - şükür diye sese, söze, türküye dönüşüyor. Be, bu kültürün içinden gelen, bu kültürün bir parçası bir yurttaş olarak naçizane , “Gaziler Helvası” şeklinde bilinen helvanın adının  “Gaziler- Şükür Helvası” olarak değiştirilmesini öneriyorum.

ABDEST KAVRAMININ KÖKEN VE ANLAMI
ABDEST KAVRAMININ KÖKEN VE ANLAMI

Yukarıda dilimizin döndüğü kadar bir tek abdest kavramını irdelemeye çalıştık. Aynı şekilde oruç, namaz, hac, ezan, kandil, cami, minare ve daha bir dizi kavramın incelenmesi köken ve anlamlarının doğru olarak anlatılması gerekmektedir. Bunların araştırılmasının, incelenip anlatılmasının hiç bir kimseye hiçbir zararı olmaz. Ama bu araştırmaların ve incelemelerin topluma, bu toplumun ileriye gitmesine, barış, huzur ve refah içinde, insanların yok yere birbirleri ile anlamsız çekişmelere girmeden birlikte bir arada yaşama zevkinin tadını çıkarmalarına büyük katkıları olacaktır.

AYLARIN ADLARI, KÖKEN VE ANLAMLARI
AYLARIN ADLARI, KÖKEN VE ANLAMLARI

Günümüzde kullanılan takvimler ile yüzyıllar öncesinde kullanılan takvimlerin birbirine benzerlik gösterdiği kadar önemli farklılıkları da vardır. Bugün en yaygın olarak kullanılan takvim, Dünya'nın Güneş etrafında dönüşü esas alınarak yapılmış olan miladi (Gregoryen) takvimdir. Daha önceki yıllarda ise, Ay'ın Dünya etrafındaki dönüşüne bağlı olarak geçtiği fazların göz önünde tutulmasıyla geliştirilen hicri takvim kullanılmıştır. Ancak Ay ve Güneş takvimleri, var olan tek takvim tipleri değildir. Bunlar dışında birçok takvim örnekleri de vardır: Çin ve Hint takvimleri,  Aztek ve Maya takvimleri gibi. İnsanlar, genellikle toplumsal ihtiyaçlardan doğan nedenlerle farklı takvimler geliştirmişlerdir.

Ahmet Vefik Paşa
Ahmet Vefik Paşa

Ahmet Vefik Paşa bizim bildiğimiz asker paşalarından değildir. 19 Mart 1877'de Osmanlı Meclis-i Mebusanının açılışı ile kendisine pa­şa unvanını kazandıran vezirlik rütbesi verilir. (26 Mart 1877). 1878’de tekrar maarif nazırı, daha sonra da sadrazam olur. Yüzyıllardır kullanılan “sadrazam” sözcüğünü “başvekil” olarak değiştiren de kendisidir. Yıllardır kullandığımız ‘’başvekil’’ sözcüğü Türkçeye kazandıran Ahmet Vefik Paşadır. Ahmet Vefik Paşa'ya göre iyi bir siyasetçide aranan özellikler Yazımın girişinde Ahmet Vefik Paşa’nın ilk Türkçe sözlüklerden birisi olan ‘'Lehçe-i Osmanî'’ isimli bir kitabından bahsetmiştim ya. Ahmet Vefik Paşa bu kitabında iyi bir siyasetçide ve iyi bir yöneticide şu sıfatları arar; muteber, mutedil, mu'tezim (azimli), mutena, mutlif (affedici), muvaffak, muvakkit, muzaffer, mübeccel (yüceltilmiş), mübeşşir (sevindirici haber veren), mücerreb (tecrübe edilmiş), müdebbir (tedbirli), müeyyit (sağlam), müfekkir (düşünen), müheyya (hazır).

TARTIŞMAK, ELEŞTİRMEK VE AD HOMINEM KAVRAMLARI
TARTIŞMAK, ELEŞTİRMEK VE AD HOMINEM KAVRAMLARI

Konusu ne olursa olsun, hangi ortamda bulunursak bulunalım biz henüz bir yazıyı, bir konuşmayı, bütünlüğü içinde anlamak, anladıklarımızı değerlendirmek ve yaptığımız bu değerlendirmeleri iletişim içinde bulunduğumuz kişi veya topluluğa bildirmek veya iletmek için gerekli olan becerikliliği ve alışkanlığı edinemedik. Bir yazıda, bir konuşmada ya da ortaya konmuş olan bir yapıtta o yazıyı yazana, konuşmayı yapana veya yapıtta adı geçen kişi ve olaylara karşı duyduğumuz sevgi veya sevgisizliğimiz hep ön plana geçmektedir. Övgü ve yergilerimizin biricik dayanağı ne yazık ki; dışımızdaki bu dünyaya karşı içimizdeki yanlış inançlar, yanlış koşullanmalar oluşturmaktadır. Duygularımız aklımızın önüne geçmektedir. Bazen bu duygularımız öylesine yoğunlaşmakta, öylesine aceleci olmaktadırlar ki; karşımızdakini, sonuna kadar dinlemek veya bir yazıyı sonuna kadar okumak zahmetine bile katlanamıyoruz. Hemen tepkimizi gösteriyoruz. Doğal olarak bu tepkiler çoğu kez yerini bulmamaktadır. Başka bir anlatımla hiç gereği yokken akıl daraltıcı bir neden yaratıyor, kendimize tuzaklar kuruyoruz.

POLİS, POLİ, POL,  BOLU
POLİS, POLİ, POL,  BOLU

Polis kelimesinin "şehir" anlamına geldiğini herkes bilir, Yunancadan geldiğini de.  Eski  Yunan şehir devletlerine polis deniyordu (çoğulu poleis). İlk Çağda yüzlerce polis vardı. Bu şehirler bir akropolis ya da liman gibi bir  müstahkem  mevki üzerinde olarak inşa edilip o merkez çevresindeki toprak parçasını içine alan yerleşim birimleriydi. Polis bir kavram olarak hem bir yönetim örgütünü, hem de şehirde yaşayan yurttaşlar topluluğunu temsil ediyordu.   Yunanca politikos da hem şehri, yurttaşları, hem de  devleti, yönetimi, kamu hayatını nitelendiren bir sıfattı;  polites ise yurttaş demekti.    Yunanca polys bileşeninin bir de batı dillerinde bir önek gibi birçok kelimenin önünde yer aldığı, "çokluk" bildiren anlamı var. Aradaki bağlantı açık: şehir, çok sayıda insanın yaşadığı yer.  Bu kullanımı için bir iki örnek yeterli olur: 

GÜN ADLARI, KÖKENLERİ VE ANLAMLARI
GÜN ADLARI, KÖKENLERİ VE ANLAMLARI

Günler, haftalar, aylar derken aklım şu kronometre sözcüğüne takıldı. Bin yıllar öncesinin titan tanrısı Kronos’tan gelen chronomètre sözcüğü dururken niçin saat, heure, hour, uhr, clock, watch, timer gibi sözcüklere gereksinim duyuldu hiç anlayamamışımdır. Hele de şu watch sözcüğünü hiç sevmiyorum. En azından Batı dilleri için ileri sürülen görüşlerin hiçbiri bana inandırıcı gelmiyor. Kronos gibi kulağı okşayan güzel bir sözcük dururken onların hiçbirini değerli bulmuyorum! Biz mi? Biz işin kökenini pek kurcalamamışız, saat deyip işin içinden sıyrılıyoruz. Saat sözcüğü Aramca, İbranice, Arapça derken hoplaya zıplaya bize kadar ulaşmış. Gelir gelmez ben iyi saatte olsunlar dedim ama sesimi kimseye duyuramadım.

KITA ADLARI
KITA ADLARI

Aradan yüzyıl geçtikten sonra Evropa’dan, Turkiya’dan, Anotoliya’dan kurtulduk ama Avro mu olacak yoksa Ero mu, Evro mu olacak yoksa Yüro mu diyeceğiz hala bir karar veremedik. Neyse… Dilimizi olması gerektiği gibi öğrenince, bir gün gelecek hepsine kendi adlarını vereceğiz!

POLO - MİNYATÜR
POLO - MİNYATÜR

Nakş-ı Cihan adı buranın değerini daha iyi ifade ettiği gibi tarihsel geçmişine de daha uygun. Şah Abbas dönemindeki el sanatlarına ve mücevhercilerin adına gönderme yapılması amacıyla bu ad konulmuş. Bu meydan Çin’deki Tiananmen meydanından sonra dünyanın en büyük ikinci meydanı, tam 80.000 metrekare büyüklüğünde. 1611 yılında birinci Şah Abbas’ın emriyle ve mimar Ali Akbar İsfahani tarafından 25 yılda yapılış. 4 tane kapısı var.

AMATÖR-PROFESYONEL
AMATÖR-PROFESYONEL

Toplumumuzda amatör ve profesyonel kavramları bazen doğru bazen de yanlış kullanılmaktadır. Bazı çevrelerde işini iyi yapana profesyonel yapamayana da amatör denip geçilmektedir. Bu iki kavram arasındaki farkı insanlarımız işte acemilik veya ustalık olarak algılamaktadır. Oysa iki kavramı birbirinden en belirgin şekilde ayıran en önemli fark yapılan işin para kazanmak ve geçimini bu yolda elde edip etmemektir. Yapılan işte ehliyet, uzmanlık ve beceri konuları her iki türde de yani profesyonel ve amatör olarak nitelenen insanda da olumlu veya olumsuz olabilir.

İSKAMBİL KÂĞITLARINDAKİ ŞEKİLLER
İSKAMBİL KÂĞITLARINDAKİ ŞEKİLLER

Geniş halk kesimlerinde kabul görmüş bir anlayışa göre de iskambil kağıtlarındaki sayılar gezegenimizin doğal düzeni ile ilişkilendirmektedir. Her bir destede, 4 farklı grup olması bir yıl içindeki mevsimleri , bir deste içinde bulunan 52 kart bir yıl içindeki haftaları ve her bir grubun 13 karttan oluşması ise ayın döngüsünü simgelemektedir. 13 kart içinde de 10’a  kadar sayılar vardır ve ardından diğer kartlar vale(oğlan), dama (kız) ve rua (papaz) olarak sıralanır. Bu konularda tevatürün sınırı yok. İnanışa göre kupa papazı, Kral Şarlman’ı, maça Papazı, Kral Davud’u (Hz. Davud), karo papazı, Julius Sezar’ı,  sinek papazı da Büyük İskender'i temsil ediyormuş. Son olarak şunu da ekleyebiliriz: Kartlar üzerindeki kral, papaz, dam figürlerinin saç stilleri, giyim tarzları o dönemde geçerli  sosyokültürel özellikleri yansıtıyor.

BURUK  ACI
BURUK  ACI

Kavramlara, sözcüklere saygı duymalıyız. Her bir sözcük, kavram ve terim o hale gelene kadar kaç bilim insanı ve kaç sanatçının elinden geçti. O insanların emeklerine saygı duymalıyız. Bu saygıyı daha çok bizden sonraki kuşaklar için duymalıyız.  Dilimizde galat-ı meşhur diye bir söz var.  “Buruk Acı”  da onlardan bir tanesidir. Biz galatları meşhur etmek mecburiyetinde miyiz?   Bizler, dilimizdeki galatları, yanlış anlamaları ayıklayarak gelecek kuşaklara daha iyi, daha anlaşılabilir, onların ve onların içinde yaşayacakları topluluğun daha gelişmiş, daha huzurlu bir toplum olmasına hizmet etmeliyiz.

HİSSEDİLEN SICAKLIK / AĞIRLIK, KATLANILABİLEN İNSAN, DAYANILABİLİR ENFLASY0N
HİSSEDİLEN SICAKLIK / AĞIRLIK, KATLANILABİLEN İNSAN, DAYANILABİLİR ENFLASY0N

Bu örneklere bir de enflasyonu ekleyebiliriz. Toplumda her sınıf veya katmanın enflasyon algısı farklıdır. Ekonomik verilere göre bazı durumlarda satın alınacak mal ve hizmetlerin fiyatları elde edilen kazançtan az olursa enflasyon denen şey karşımıza çıkar. Eğer bu mal ve hizmetleri satın aldıktan sonra bir miktar daha elimizde kalıyorsa, yani tasarruf olanağı doğuyorsa o kişi için enflasyonun bir zararı yoktur. Hatta ilerleyen zaman içinde mal ve hizmetlerin fiyatları arasındaki fark devam ederse o kişinin tasarruf ettiği miktar büyür.

KARGA TULUMBA
KARGA TULUMBA

TDK sözlüğüne göre sözcüğün kökeni  İtalyanca olup “carga tromba” dır. Halk arasında kullanıldığı haliyle karga tulumba deyimi birkaç kişinin birini yakalayıp elleri üstünde havaya kaldırmaları ve bir yerden bir yere götürmeleridir. Carga la tromba veya carga tromba İtalyan denizcileri arasında kullanılan bir deyim olup zaman içinde Türkçeye girmiş ama bu girişte anlamını da değiştirmiştir. Deyim olarak carga tromba yelkenleri indir, topla anlamındadır.

AFORİZMA – AFOROZ – PERSONA NON GRATA - HAYMATLOS
AFORİZMA – AFOROZ – PERSONA NON GRATA - HAYMATLOS

Bazı ülkelerde soyutlama dinsel bir kurala yollamada bulunulmadan yapılır.  Örneğin din ile araları hiç de hoş olmayan İzlandalılar, toplum kurallarına aykırı hareket eden birini toplumdan uzaklaştırıyorlarmış. Toplulukta ona hiç kimse selam vermiyormuş. Kent içinde oturmasına izin verilmiyormuş. İzlanda’nın kuzeyinde bulunan Akureyri kentinde küçük bir tepede bir heykel grubu gördüm. Bu heykelin ne anlama geldiğini sordum. Toplumdan aforoz edilen, uzaklaştırma cezası alan bir suçluyu gösteriyormuş. Bana çok ilginç gelmişti.

ANLAM SANATLARI
ANLAM SANATLARI

Bunlar, Aşağıdaki terimler, Osmanlı Türkçesi olarak Arapça'ya ya da herhangi bir dile indirgenemeyecek biçimde, yazın alanının kullanılmış terimleri olarak kullanılmış ve kısmen, hâlâ kullanılmaya devam eden sözcük ve kavramlardır. Umarım, Türkçe'leri oluştukça onlar da eklenebilir.

ACABA
ACABA

Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı’ nın anlattığı gibi barbar sözcüğünün kaynağı Eski Yunanca olup anlamı bar bar bağırma seni anlamıyorum demektir. Helen soyundan insanlar Anadolu’da yaşayan halkların dillerini anlamakta zorluk çektikleri için onları barbar diye nitelemişlerdir. Bu gün ilkel, uygarlaşmamış, kaba kırıcı anlamına kullandığımız barbar sözcüğünün kökeni budur. Sözcük alışılmışın dışında konuşan, giyinen ve yaşayan kişi veya toplulukları anlatmak için kullanılmaktadır. Bu anlamda Helenler için Anadolu insanları acayiptir, acayip insanlardır. TDK tanımlamasına göre ucubedir. Bir ülkenin en tepesinde bulunan bir kurum bir sözcüğün anlamını kendisine göre yorumlamamalıdır. Dil topluma yön veren en önemli kaldıraçlardan biridir. TDK bu sorumluluğunun bilincinde olmalıdır. TDK Charles Bukowski kadar bu konulara duyarlı olmalıdır.

ÖKSÜZ VE YETİM KAVRAMLARI ÜZERİNE
ÖKSÜZ VE YETİM KAVRAMLARI ÜZERİNE

Bir toplumu toplum yapan özelliklerden bir tanesi o toplumun çocuklarına ve yaşlılarına ayırdığı olanaklarla ölçülür. Anne veya babasını herhangi bir nedenle yitirmiş çocukların özel bir önemi vardır. Bu durumda olanlar için sağlıklı ve güvenli, anne-baba sevgisini yaşayabilecekleri sevgi yuvalarına ihtiyaç vardır. Onların dışındaki tüm çocuklar için de, kreşler, anaokulları, yaşlılar için yaşlılar yurdu (huzurevi), herhangi bir nedenle tek başlarına olduklarında günlük yaşamlarını sürdüremeyecekler için Darülaceze (1895) ve Darüşşafaka (1863) gibi kuruluşlar sayıca artırılmalı ve verecekleri hizmetler geliştirilmelidir.

KELİMELERİN BİZE ETTİĞİ
KELİMELERİN BİZE ETTİĞİ

Son birkaç ayda, sağ olsun dostlar, iki aşikâr yanlışımı yakaladı. Birincisi TomFriedman yerine George Friedman yazmamdı. Daha vahim hatayı geçen Pazar yaptım. Trump’ı Demokrat Partili ettim.

ÜNİVERSİTE  NE DEMEK?
ÜNİVERSİTE  NE DEMEK?

Bu yeni düzende kurulan üniversitelerin pek azının üniversite  sayılabileceği şüphesizdir.  1980 sonrasında Istanbul'da kurulan Marmara Üniversitesinin rektörü olan profesörün bir televizyon programında adeta övünerek, "Biz kitle eğitimi veriyoruz" demesi gerçekten çok acıdır. O yıllarda üniversitelerden beklenen şeyin aslında ne olduğu bundan daha özlü bir biçimde anlatılamazdı!      "Kitleyi eğitmek" bir yana, üniversite denen kurumun ödevi  "vatanına, milletine, devletine hizmet edecek insanlar" yetiştirmek de değildir. En yüksek seviyede bilimsel bilgi üretmektir asıl amacı.  Hiçbir üniversite bilimin dünyada eriştiği seviyenin altında kalmayı içine sindiremez, sindirememeli.  Sindirememeli ki, geride kaldığını hisseden üniversiteler eksiklerini giderme yolunda bir atılım gösterebilsinler. Üniversitenin  güzide  (élite) bir kurum olduğunu bilmek gerekiyor her şeyden önce.  Şöyle denmeli:  bir fildişi kuledir üniversite! Orada sadece bilim için de yaşanmaz. Gençlerin tam bir özgürlük içinde  kişiliklerini geliştirecekleri, bireysel yeteneklerini fark edecekleri,  kültür, görgü edinecekleri, düşünen, entelektüel insanlar olarak yetişecekleri, toplumdaki hiçbir çevreyle karşılaştırılamayacak olan çok özel bir ortamdır üniversite.  

ADLARIMIZIN KÖKEN VE ANLAMLARINI YETERİNCE BİLİYOR MUYUZ?
ADLARIMIZIN KÖKEN VE ANLAMLARINI YETERİNCE BİLİYOR MUYUZ?

Konfüçyüs’e sormuşlar: Bir ülkeyi yönetmek için görevlendirilseniz ilk işiniz ne olurdu? Konfüçyüs’ün yanıtı: İşe önce dili düzeltmekle başlardım. Çünkü dil bozulmuşsa sözcükler, kavramlar, terimler düşünceleri iyi anlatamaz, düşünceler iyi anlatılamazsa, yapılması gereken işler iyi yapılamaz. Görevler gereği gibi yapılmazsa, töre ve düzen bozulur. Töre ve düzen bozulursa, adalet yoldan sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez. Hiçbir şey dil kadar önemli değildir. Yine büyük Çin bilgini Konfüçyüs’ e bağlanan bir söze göre Konfüçyüs ben her şeyin ve her olayın adını bilmek isterim demiş. Buna benzer bir yazıtı Vietnam’da, Konfüçyüs Üniversitesi’nin kapısında görmüş ve o zaman dilin, dili oluşturan kavramların önemini çok daha iyi kavramıştım.

FENOMEN – İDOL - İKON – ROL MODEL
FENOMEN – İDOL - İKON – ROL MODEL

Örnek olma ve örnek alma işleri her zaman sorunsuz olmamaktadır. Bazen insanlar kendileri için yanlış kişileri örnek, rol model alabilmektedirler. Toplumda yanlış bilgilendirmeler, hiç de örnek alınmaması gereken kişileri de  “fenomen” leştirmekte,   yanlış kişi ve davranışları ikonlaştırmakta ve yanlış kişileri kendilerine idolleştirmektedirler. Bu yanlışların önüne geçilmesi bu kavramların içeriklerinin, anlamlarının iyi bilinmesiyle mümkün olabilir. Aileden ve okuldan başlayarak bu rol modellerin, idollerin, ikonlaşmış, popüler kişi ve davranışların gençlere ne kadarının uyacağı veya uymayacağı anlatılmalıdır. Gerektiğinde örnek alınacak kişiler de uyarılmalıdır. Bu durumda olan kişi ve davranış biçimleri karşısında suskun, edilgin kalınmamalıdır.

ETİMOLOJİ  NE İŞE YARAR?
ETİMOLOJİ  NE İŞE YARAR?

Söz dağarcığını genişletmek, şüphesiz okumakla olur; yabancı dilde de, anadilinde de. Ama bu, özellikle yabancı dil öğreniminde çok uzun zaman  geçmesini gerektirir. Daha doğrusu, kelime öğrenimi ömür boyunca sürer. Anadilimizde bile anlamını bilmediğimiz nice kelime vardır. “Bol bol okuyun!” tavsiyesi ilk çare değil. Sonraki çare olmalı. Söz dağarcığını genişletmenin bol bol okumaktan çok daha önce  tutulması gereken yolu kökenbilgisine önem vermektir. Bu yol çok daha verimlidir; kısa vadede meyve verir. Öğrenciye dilin sözdizimi belletilirken  köken bilgisi temelinde  kelime öğretimi de verilmeli, yabancı dilde okuma alışkanlığı bu temele oturtulmalı; bu iki öğrenme biçimi  paralel olarak yürütülmeli. Etimoloji bilgisi üzerine oturtulmuş bir okuma alışkanlığı çok daha verimli olur.

14 MART TIP BAYRAMI İLE İLGİLİ KAVRAMLARIMIZ
14 MART TIP BAYRAMI İLE İLGİLİ KAVRAMLARIMIZ

Tıp bilimi Eski Mısır'da,  Akdeniz’in 800 km. kadar güneyinde, Nil nehrinin doğusunda kalan ve bu gün Luxor kentinin bulunduğu yerde, Thebes veya Teb (Grekçe: Θῆβαι) adıyla kurulmuş bir kentte doğdu diyebiliriz. Tıp mesleği Teb kentinde şekillenmeye başlamış. Kentin simgesi ise bu gün Tıp mesleğinin sembolü olan birbirine sarılmış iki yılan ve bir kâsedir. Bugün dilimizdeki Tıp kelimesinin kökeni de Teb kentinin adından gelmektedir. Teb Arapçaya (tibb-tbb) ve Aramca'ya (tebba) da girmiştir. Arapçadan da dilimize Tıp olarak evrilmiştir. Dilimize yerleşmiş olan tıbbiye, tıbbi, tabip, etıbba, tababet gibi sözcüklerin de kaynağı Teb’tir.

DOSTA VİSKİ
DOSTA VİSKİ

Eğer bir toplumda huzur, refah ve kalkınma, ilerleme isteniyorsa öncelikle o toplumu oluşturan bireylerin ağızlarından çıkanı önce kendi kulağı duymalı kaleminden çıkanı da önce kendi gözleri görüp değerlendirmelidir.

TAKDİREN – TEŞDİDEN - TAHFİFEN
TAKDİREN – TEŞDİDEN - TAHFİFEN

Bu kısa değerlendirmemizde hükmün yerindeliği veya haklı ya da haksızlığı değil bu karar nedeniyle takdir, teşdit ve tahfif gibi kavramların köken ve anlamları üzerinde durduk. Hukuk dilimizde birçok mesleklerde olduğu gibi günlük konuşma diliyle kolayca anlaşılamayan buna benzer birçok terim vardır. Yeri geldiğinde onlara da değinebiliriz.

SORUNLU KAVRAMLARIMIZ
SORUNLU KAVRAMLARIMIZ

Açıkça söylemek gerekir ise bu sözcükler dili Arapça olmayan Türk halkına Arapça’ dan Osmanlı saray idaresi tarafından dayatılan sözcüklerdir. Halkımız bu sözcüklerin ne kökenini ve ne de anlamlarını yeterince kavrayıp belleyememiştir. Bu sözcükler dilimizde iğreti olarak durmaktadır. Kullanılırken de özümsenmediği için yanlış yaparım korkusuyla ve fazla mal göz çıkarmaz diye düşünülerek benzer bir sözcükle pekiştirmek gereği duyulmaktadır. Benim önerim ya bu sözcüklerin köken ve anlamlarını iyice öğrenmek ya da anadil dağarcığımızda bu kavramı anlatan sözcüklerden birini seçip kullanmaktır.

ÇARPICI  ETİMOLOJİLER
ÇARPICI  ETİMOLOJİLER

Kelimenin bu ilk tanımındaki  "boş zaman" öğesi çok değerli.  Bir şey öğrenebilmek için boş zaman gerekiyor. Eski  Yunan'da, Roma'da  çocuğunu okula gönderebilmek sadece boş vakti olan sınıfların  altından kalkabileceği bir şeydi. "Söyleşi, tartışma" da katılanların mutlaka bir şey öğrenmesi, birtakım bilgiler kazanması amacı güden,  sonunda belli bir fayda elde edilmesi beklenen bir faaliyet değil,  boş vakti doldurmaya yarayan bir faaliyetti. "Boş zaman" gibi, tartışmadan mutlaka pratik fayda beklenmemesi de gerek  bilimsel çalışmanın ne olduğuna,  gerekse  modern eğitim-öğretim  ilkelerine ışık tutabilecek can alıcı bir özellik.

UYKULARIMIZIN TANRISI HYPNOS, ÜÇ BİN ÇOCUĞUNDAN BİRİ MORPHEUS
UYKULARIMIZIN TANRISI HYPNOS, ÜÇ BİN ÇOCUĞUNDAN BİRİ MORPHEUS

Mitoloji bahçesi göz alabildiğine geniş hatta o kadar geniş ki Helios’un hızıyla hareket etseniz ufuklarında güneşin batışını görmek olası değil! Dolayısıyla biz bu günkü gezimize ilerde kaldığımız yerden devam etmek üzere burada ara verelim. Ancak sevgili Morpheus tanrımızı tanrıçamız İris ili birlikte çizen Fransız ressam Pierre-Narcisse Guerin’in1811 yılında tamamladığı tablosunu seyredelim. Yapıtın özgün olanı Saint Petersburg Hermitage Müzesi’nde’ sergilenmektedir.

P H A E T H O N
P H A E T H O N

Fantastik bir yolculuğa çıkıyoruz. Öyle Ay’a, Mars’a falan değil uzayın daha da derinliklerine giriyoruz. Mythos’ların bize verdiği enerji ve coşku ile yola çıkıyoruz. Bu yolculuğun tehlikeleri var mı, var. Tehlike var ama merakımızı gidermekten, öğrenmekten geri durmak hiç yok.

NAPOLYON KİRAZI – CHAMPS ÉLYSÉES ’nin  AT KESTANELERİ
NAPOLYON KİRAZI – CHAMPS ÉLYSÉES ’nin  AT KESTANELERİ

Doğamızdaki, floramızdaki bu yoksullaşma dilimize, dilimizdeki kavramlara da yansıyor. Çoğumuz kestane ile at kestanesini ayırt edemez hale geldi. Çocuklar kafalarındaki yanlış ve eksik algılar nedeniyle sonbaharda yere düşmüş bir at kestanesi gördüklerinde bunun yenecek bir meyve olduğunu zannetmektedirler. At kestanesinde bulunan özünde bir glycoside olan esculin maddesi zehirlidir. Doğrudan tüketilmeye çalışıldığında zararlı olur. Ancak kimyasal işlemlerden geçirildikten sonra losyon veya krem olarak birçok derde deva olabilmektedirler. Napoleon’un sağlığında belki hiç yemediği bir meyveye insanımız onun adını veriyor. Bu kavramların temsil ettiği şeylerin değerlerini bilmiş olsak bu güzel ülke daha güzel olacaktır.

BASAMAKLAR,  MERDİVENLER
BASAMAKLAR,  MERDİVENLER

Kelimeler dünyasındaki bu gezintilerin en önemli hedefi birbiriyle bağlantısını pek göremediğimiz kelimeler arasındaki ortak anlam damarına dikkati çekmek.  Aşağıdaki kelimelerin hepsinde  basamak, merdiven, tırmanma, yukarı çıkma, yükselme fikri var. Hepsi Latince scandere fiilinden türüyor;  Latince fiil de Hind-Avrupa kök dilindeki *skand- / skend mastarından, o da  tırmanma, sıçrama demek. Aşağıdaki kelimelerin  yazımlarındaki  —sca—,  —ska—,  — sce— , —che— sesleri ele veriyor bu anlamı.

NATO KAFA NATO MERMER
NATO KAFA NATO MERMER

Bu cümlenin hangi ortamda söylendiği ve anlaşıldığı bilinse eminim bizim bu denli üzerinde durmamız gerekmeyecekti. Benim kanımca bu cümle, bir heykel yontucusu veya satıcısı tarafından bir Türk’e yaptığı veya sattığı şeyi basite indirgeyerek anlatması sırasında  (…bu baş, bu portre, bu mermerden/ yapılmıştır) anlamında kullanılmıştır. Yahut  “böyle bir mermerden böyle bir baş”  yapılmıştır, şeklindedir.

DOĞUM GÜNLERİ VE DOĞUM GÜNÜ KUTLAMALARI
DOĞUM GÜNLERİ VE DOĞUM GÜNÜ KUTLAMALARI

Doğum günü kutlamalarının tarihi eski Mısır’a kadar uzanmaktadır. O tarihlerde firavunların taç giyme törenleri çok görkemli törenler halinde yapılıyordu ve o gün firavunun tanrılaştığına inanılıyordu. Bu günler ileriki yıllarda doğum günü olarak kutlanılıyordu. Bu gelenek biraz şekil değiştirerek antik Yunan’a ve oradan da Roma’ya geçmiş.

TÜKENMEZ KALEM - ALKOLSÜZ BALIK ÇEŞİTLERİ
TÜKENMEZ KALEM - ALKOLSÜZ BALIK ÇEŞİTLERİ

İnsanın ağzından çıkanı kulağı duymalı, elinden çıkan yazıyı da yazan kişinin önce karşısına geçip kendisi okumalı diye düşünüyorum. Balıklar ikiye ayrılıyorlar: 1-Alkollü balıklar 2- Alkolsüz balıklar. Lokantada müşteriye içkili veya içkisiz yemek servisi yapmak lokanta sahibinin bileceği bir şey ama balıkları alkollü veya alkolsüz diye sınıflandırmak kimsenin hakkı değil. Dilimizi bu zavallılıktan kurtarmak zamanı geldi, geçiyor.

MİT, MİTOLOJİ, EFSANE, MASAL, DESTAN, HİKÂYE, TARİH, TRAJEDİ, KOMEDİ VE OPERA
MİT, MİTOLOJİ, EFSANE, MASAL, DESTAN, HİKÂYE, TARİH, TRAJEDİ, KOMEDİ VE OPERA

Günlük konuşmalarımızda ve yazı dilimizde sıklıkla kullandığımız birkaç kavramı gözden geçirmek ve aralarındaki farkları irdelemek istiyorum. Bunlar, mit, mitoloji, efsane, masal, destan, hikâye, tarih, trajedi, komedi ve opera. Bunların her biri için ciltler dolusu kitaplar yazılmıştır ve yazılmaya da devam edilmektedir. Amacım yine genel bilgi niteliğinde hatta ansiklopedi bilgisiyle bu kavram ve terimleri elimizin altında bulunması için derlemektir.

İBADET YERLERİ
İBADET YERLERİ

Bütün bu ibadet yerleri aynı anlama geliyor: toplanma yeri. Bu durum  adı geçen inançlarda toplanma ediminin, toplanma yerinin önemine işaret ediyor.  Bütün bu dinler "cemaat" kavramını ön sırada tutuyor.  Ama bunun tersini de düşünelim. Bütün bu dinler "bireylik" fikrine sırt çeviriyor. Bireyliğin cemaat içinde, cemaat ruhu içinde eritilmesini istiyor.   

Yenilik Kavramı ve Yenilik Politikaları
Yenilik Kavramı ve Yenilik Politikaları

Yenilik (inovasyon / innovation) kavramı son yıllarda iş dünyası ve akademide en hızlı yaygınlaşan kavramlardan biridir. İktisat ve işletme gibi ekonomi politikaları ve stratejileri ile ilişkili alanların yanı sıra, modadan sanata kadar çok farklı alanlarda da “inovasyon” artık anahtar kavram haline gelmiştir. Bu yaygın kullanım sonucu hem kavramın kapsamı çok genişlemekte, hem de adeta tüm sorunları çözebilecek gizemli bir araç haline getirilmektedir. Bu çalışmada yenilik kavramının tarihsel gelişimi özetlenmekte, yenilik tipleri ve metrikleri tanımlandıktan sonra, yeniliklerin etkileri tartışılmaktadır.

FİKİR VE ZİKİR
FİKİR VE ZİKİR

Sağlıklı bir iletişim için taraflar arasında bir kavram birliğine mutlak gereksinim bulunmaktadır. Örneğin elma dendiği zaman bu sözün dinleyicileri veya okuyucuları tarafından daha önce büyüklüğü, rengi, kokusu vb. özellikleriyle, varılan, varılmış olan uzlaşma uyarınca elma olarak algılanması gerekir. Elma dendiğinde karşısındakinin zihninde tornavida veya kar yağışı görüntüleniyor ise toplumda herhangi bir iletişim sağlanamaz.

ADAM GİBİ ADAM
ADAM GİBİ ADAM

Bir kimsenin övülmesi gerektiğinde örneğin iyi bir insan, iyi bir kadın demek yetmiyor mu?  Balkonumuza, penceremize gelen bir güvercine veya kumruya kumru gibi kumru demiyoruz da niçin bir adama adam gibi adam demek gereksinimi duyuyoruz. Bir dil bekçisi değilim ama dilimizi bu yararsız deyimlerden, yanlışlardan arındırmanın gerekli olduğunu düşünüyorum.

Diderot Etkisi
Diderot Etkisi

“Eski sabahlığımın efendisi iken yenisinin kölesi oldum.” Diderot bu yazısında tüketim çılgınlığına kendisini kaptırışını anlatır. Onun, tüketim çılgınlığının insanı sürükleyeceği halleri anlatan ve bugünkü anlamına en yakın içeriği ile kavramdan söz eden yazar olması ve sebep-sonuç ilişkisini ortaya koyması bakımından adına atfen “Diderot Etkisi” denilmiş.

MİLKA
MİLKA

Katarina Milka Trnina 1863 yılında Hırvatistan'da Moslavina adlı küçük bir kasabada doğmuş. Aldığı eğitimler sonrasında 1882'de Zagreb Operasında solist olarak rol almış. Guiseppe Verdi'nin eserlerindeki vokal başarısı ile üstün yeteneğini o zamanın otoritelerine kolayca kabul ettiren Milka Trnina giderek Avrupa ve Amerika'nın birçok operasında aranan bir yıldız olmuş.

ACABA BUNLARI BİZE HANGİ DIŞ GÜÇLER YAPIYOR; YOKSA?
ACABA BUNLARI BİZE HANGİ DIŞ GÜÇLER YAPIYOR; YOKSA?

Bunca zaman sonra geldiğimiz noktayı değerlendirince vardığım kanaat, bir toplumun bunu kendi kendine yapamayacağı, mutlaka o ünlü “dış mihraklar”ın  bir komplosu olması gerektiğidir.

İŞTE  İNSAN  -  ECCE HOMO
İŞTE  İNSAN  -  ECCE HOMO

Turist gelmesi, buraları gezmesi, görmesi elbette güzel, buraları dünyaya tanıtması elbette güzel ama turistin de bu sakin adadaki yaşama saygılı olması gerekir. Elinizdeki bir tane kesme şekeri bile fırlatıp atmanız buradaki ekolojik dengeyi allak bullak edebilir. Bu adaların tarihinde bunlar daha önce yaşanmış şeyler. Atacağınız bir kesme şeker örneğin karıncaları oraya çeker. Karıncalar daha çok beslenir, sayıları artar. Diğer canlıların yiyeceği şeyleri bitirir, ötekiler bu kez aç kalır, karıncalara dadanan başka bir hayvan onları yer bu kez onlar çoğalır, bu böyle sürüp gider. Sonuçta adada o dengenin yerine başka bir denge kurulur. Biz ise buradaki doğal dengenin, endemik türlerin kendi halinde olmasını, Darwin’in söylediği evrimin kesintiye uğramadan devamını istiyoruz. Bu rehber bana unutamayacağım bir ders vermişti. Biz Darwin’i, Türlerin Kökeni’ ni, Evrim Teorisi’ ni masada okuyup anlamaya çalışırken bu delikanlı bize tam da yerinde muazzam bir ders veriyordu.

KOT PANTOLON
KOT PANTOLON

Diş macunu yerine İpana Türkiye’de diş macunu denince bir kuşağın aklına ilk gelen isim İpana’dır. İpana ilk kez 1915 yılında ABD’de piyasaya sürülmüş ve halk arasında hayli tutunmuş. Sonra deyim yerindeyse üretici firma tarafından bu markanın yaşlandığı düşünülmüş ve başka adlarla, başka markalarla üretim ve satış yapılmış. Ancak Türkiye’de bu marka öyle çok sevilmiş ki; kimse onun yerine bir şey koymaya cesaret edememiş. Şu anda Türkiye’den başka bir yerde üretilip pazarlanmıyormuş.

RAKAM  BİLDİREN  ÖNEKLER
RAKAM  BİLDİREN  ÖNEKLER

Türkçe rakam bildiren önekli pek çok kelime almıştır  yabancı dillerden. Bunların büyük bir bölümü herkesin aşina olduğu kelimelerdir. Ama kimi kelimelerin genel anlamını bilsek bile taşıdığı öneke anlam vermekte zorlanabiliriz. Önekin nitelendirdiği ismin anlamını bilmediğimiz kelimelerde de, önekin işlevini açıkça kavrayamayabiliriz.  Burada bu türden önekli kelimelere dikkati çekeceğim.

Taciz, Tecavüz, İstismar terimleri hakkında
Taciz, Tecavüz, İstismar terimleri hakkında

Hukuk dili diğer disiplinlerde olduğu gibi günlük konuşma dilinden ister istemez ayrılır. Şunu hemen söylemeliyiz ki; halkın günlük konuştuğu dille arasındaki farklar bir kusur değil işin doğasından gelen ve esasen başka meslek dallarında da bulunan bir zorunluluktan doğmaktadır. Ayrıca hukuk alanında kavramların tutucu olmak gibi bir özelliği daha vardır. Konuşma dili daha hızlı değişebildiği halde hukuk dili kolay kolay değişmez. Bu da yakındığımız farkları oluşturur.

Dilimiz ya da Alkolün Beyazı 
Dilimiz ya da Alkolün Beyazı 

Bir ülkeyi oluşturan insanlar arasındaki en güçlü bağ hiç kuşkusuz dildir. Dilin bozulması, kavramların anlaşılamaz hale getirilmesi insanların birbirlerini anlamakta büyük zorluklar yarattığı gibi o ülke insanlarının ilerlemesini, gelişmesini ve kalkınmasını da olanaksız hale getirir. Dil giderse her şey gider, her şey biter.

AKINTILAR,  AKIMLAR
AKINTILAR,  AKIMLAR

Ritim / Ritm.  Batı dillerindeki  rhythm, rythme (ritim) kelimesi ile rhyme, rimer, rime (kafiye, uyak)   kelimeleri köken bilgisi bakımından aynı Yunanca kelimedir. Kastedilen şey "ölçülü, tartılı akış; hareketin tekrarlanması".  Her iki kelime de Yunanca rhein, "akmak" mastarından çıkıyor.  Yunanca rhythmos nerdeyse hiçbir yazım değişikliğine uğramadan "şiirde yinelenen vurgular" anlamıyla Latinceye geçmiş. Orta Çağ Latincesinde sözleri   vurgulu şiirler çoğu kez kafiyeli, dolayısıyla ritmik şiirlerdi. Dolayısıyla Latince rhyme (kafiye) "ritim"in etkisiyle anlamını  kazandı. Bu iki kelimenin ayrışmasının yazımlarına yansıması çok daha sonradır. 

KUTSAL
KUTSAL

Mübarek, Türkçemizdeki Kutlu sözcüğünün karşılığıdır. Anlamı uğruna ölünecek kadar değerli olan ve hiçbir şekilde bozulmaması, değişmemesi gereken şey demektir. Jerusalem kentinin Arapçadaki karşılığı Kudüs, (= Qodusa) arınmış yer, temiz kent anlamına gelmektedir. Bu sözcüğün kökeni de Akadça ve İbranice‘de qdş kökü ile ilgili olup (qadaşu) törensel bir temizlik demektir.

T A B U   ve   T A B U L A R I   Y I K M A K
T A B U   ve   T A B U L A R I   Y I K M A K

Tabuları yıkmak deyimi kulağa hoş gelmektedir. Tabular yıkılırsa insanın özgürlük alanının genişleyeceğine inanılmaktadır. Bu tarzda bir düşünce ve eylem haklı nedenlere dayanabilir. Ancak önce tabunun ne olduğu, ne olmadığı araştırılmalıdır. Vebadan kaçar gibi tabu sözünü duyar duymaz “zaten” diye başlamadan önce tabunun niçin ve hangi amaçla yıkılacağı da sağlam gerekçelerle ortaya konmalıdır. Tabunun nasıl yıkılacağı ve yıkıldıktan sonra ortaya çıkacak boşluğun ne ile doldurulacağı da önceden belirlenmelidir. Tabularla savaşmada başarının anahtarları bu soruların yanıtlarında gizlidir.

PROLETER  VE  PROLETARYA   KAVRAMLARI
PROLETER  VE  PROLETARYA   KAVRAMLARI

TDK'ye göre proleter sözcüğünün anlamı emekçi, işçi ve  proletarya da emekçi sınıfı ya da işçi sınıfıdır. Sözlüğe göre proletarya kelimesi ele alındığında, ‘alt sınıfı anlatmak için değerlendirilen bir kelime’ anlamı olduğu söyleniyor. İlk zamanlar oğullarından başka malı bulunmayan insanlar için söylenen aşağılayıcı bir kelime olarak kullanıldığı, daha sonra ise işçi sınıfını tanımlamak amaçlı sosyolojik bir terim olarak gelişmeye başladığı anlatılmaktadır. Proleterleşme sözcüğü ise TDK ‘na göre; ‘emekçileşme,’ anlamına gelmektedir. Günümüzde işçi ve emekçi sınıfı için bu kelime artık pek kullanılmıyor. Özellikle modern ve gelişmiş ülkelerde proleter ya da bununla beraber türemiş kelimeler öne çıkmaz deniyor. Bu cümle ile anlatılmak istenenin değerlendirmesi okuyucuya aittir.

ESOTERIC,  BÂTINÎ,  İÇREK
ESOTERIC, BÂTINÎ, İÇREK

Pythagoras ders anlatırken bir perdenin arkasında dururdu. Derslerini dinlemelerine izin verilen ama yüzünü görmelerine izin verilmeyenler perdenin önünde otururlardı. Üstadın yüzünü göremeyenler exoterikos, yüzünü görebilenler ise esoterikos öğrencilerdi. Böylece esoteric —Latince yazımıyla— yalnızca "içerdekilere özgü, dolayısıyla gizli" anlamına gelmeye başladı.

BOYKOT
BOYKOT

1880' de iklim koşulları kötü gitmiş çiftçiler arazi kiralarını ödemekte güçlük çekmeye başlamışlardı. Charles Boycott ise borçların ödenmesi için icra takibine giriştiği gibi ayrıca kiraların arttırılmasını da istiyordu. Ödeme yapamayanlar ise merkezi hükümetin icra güçleri aracılığı ile araziden çıkarılıyorlar, tahliye ediliyorlardı. Çiftçiler  bu durumda Arazi Birliği Başkanı siyasetçi Charles Parnell'e başvurdular. Charles Parnell ''Eğer bir adam sizi arazilerinizden çıkmaya zorluyorsa, ondan sakınmalısınız ve onu nerede görürseniz, yolda, caddede, çarşıda-pazarda, onu tek başına bırakın ve görmezden gelin.'' önerisinde bulundu, Halk da bu tavsiyeye uymaya başladı ve boykot da bu şekilde ortaya çıktı.

SABO - SABOTAJ
SABO - SABOTAJ

Avrupa'da manifaktür üretimi gelişip, buharlı makinelerin de devreye girmesiyle fabrikalar ardı ardına kurulmaya başlayınca tezgâh başındaki proleterler işsiz kalmaya başladılar. İşçilerin yapacağı işleri bu makineler yapmaya başlayınca işlerini kaybeden işçiler buna tepki gösterdiler. Tepkilerini, protestolarını ayaklarına giydikleri bu sabotları dönen çarkların arasına sokarak makinenin çalışmasına engel oluyorlardı. Patronlar bu işin nedenini önce anlayamamışlar. Sonra fark etmişler, makineler meğer işçilerin bu ayakkabılarını dönen hareketli kısımlara soktukları için bozuluyormuş. İşçilerin bu eylemi Avrupa'nın birçok ülkesinde de yayılmış. Bu eylemlerin adına "makina kırıcılığı" konmuş. İşçiler ekonomik durumlarını korumak için üretimi bu yolla aksatıyorlarmış.

Alavere - Dalavere (il dare e l'avere)
Alavere - Dalavere (il dare e l'avere)

Doğu Akdeniz kıyılarıyla İtalya kıyıları arasında çok eski yıllardan beri deniz ticareti yapıldığını biliyoruz. O zamanlar şimdi olduğu gibi vinçler veya motorlu araçlar elbette yoktu. Örneğin Sicilya’da malların gemiye yüklenmesi veya bu malların gemiden boşaltılmasıyla görevli elemanlar yine örneğin zeytinyağı veya şarabı amforalarla elden ele verirler ve işlemi bu şekilde tamamlarlardı. Sonuçta da 500 amfora zeytinyağı veya 700 amfora şarap yüklendi yahut boşaltıldı şeklinde aralarında bir uzlaşma sağlarlardı. Başka bir anlatımla şu kadar amfora aldım veya şu kadar amfora teslim ettim anlamına “il dare l’avere” derlerdi.

OPERALAR
OPERALAR

Operatör.  Bu kelime ilkin Fransızcadaki anlamıyla, yani cerrah anlamıyla Türkçeye girdi. Lüzumsuz bir alıntıydı, çünkü yerleşik bir karşılığı vardı. Büyük ihtimalle "operatör"ün  "cerrah"tan daha önemli(!) bir kişi olduğu izlenimini uyandırmak  isteyenlerin tıp diline soktuğu bir kelimeydi. Çok şükür, "cerrah"ı öldüremedi, onun gölgesinde kaldı. Yine de  muayenehane  levhalarında  "operatör doktor"  tamlamasını kullananlar var.  Hem operatörün cerrahtan daha fiyakalı bir sıfat olduğu izlenimi uyandırılıyor, hem de halkın bunu anlamayabileceği olasılığına karşı tedbir alınarak "doktor" unvanı ekleniyor!  Operatör zaten hekim ise ikinci kelimenin ne anlamı var? Düpedüz "cerrah doktor" anlamını veren bu unvanın kullanıldığı bir dil var mı!  Bugün Fransızcada chirurgien deniyor cerraha. Opération gibi opérateur da eskimiş, artık kullanılmıyor.

SINCERE - Sine Cera
SINCERE - Sine Cera

Heykeller genel olarak mermerden yapılırdı. Mermer doğası gereği damarlı bir maddedir. Ayrıca işlenirken veya oyulurken çatlayabiliyordu. Açıkgöz mermer ustaları, seramik ustaları bu durumda çatlağı balmumu ile kapatıyordu. Ne yazık ki o heykel veya seramik kap kacak güneşi veya ateşi görünce, balmumu eridiği için çatlak ortaya çıkıyor, dolayısı ile o amfora, tencere veya heykel değerini yitiriyordu. Heykel delik deşik ve çatlak, tencereler de su, yağ amforalarda ise zeytinyağı ve şarap kabın dışına çıkıyordu. O zamanlar patent marka diye bir şey yoktu. Kulaktan kulağa iyi usta kötü usta adını duyurabiliyordu. Bu yüzden ustalar ürettiklerini satabilmek, değeri kadar paraya satabilmek için "bu mallar Sine Cera, Sine Cera" diye bağırırlardı. 

İTİBARDAN TASARRUF veya TEMSİLDE TASARRUF
İTİBARDAN TASARRUF veya TEMSİLDE TASARRUF

Biraz daha açık söylemek gerekir ise toplumu temsil ile görevli olanlar temsil görevleri boyunca yapacakları harcamalarda tasarruf etmek zorunda değillerdir. Amaç tasarruf değil temsil işlemini olabilecek olanın en iyi şekliyle yerine getirmektir. Bu noktada tasarrufun da yapılacak harcamaların da elbette bir sınırı, bir ölçüsü vardır. Bu sınır temsil sırasında parasal durumun gündeme getirilmemesi olarak tanımlanabilir. Yani ne fakirliğiniz ile ve ne de görgüsüzlüğünüz ile temsil görevinizi gölgelendirmemeniz gerekmektedir. Halk dilinden bir örnek vermek gerekir ise “Atılacak Taşın Ürkütülen Kurbağaya Değip Değmemesi” bir ölçü olarak alınmalıdır.

BELLONA ve SHELL
BELLONA ve SHELL

Bu kez, her gün çarşı pazar karşımıza çıkan iki kavramı irdelemek istiyorum. Bunlardan biri Bellona diğeri de Shell.

HALKIMIZIN KAVRAM İCADI
HALKIMIZIN KAVRAM İCADI

Gazyağı, mazot, benzin derken günlük yaşantıya bir de doğal gaz, propan gazı giriyor. Tüplü ocaklar, tüplü lüks aydınlatma araçları derken ısıtmada da gaz kullanılmaya başlanıyor. Büyük kentlerimizden taşraya da bu yenilikler dalga dalga yayılıyor. Katalitik sobalar bayilerin vitrinlerinde görülmeye başlıyor. Kasaba halkı bu yeni aletin adını ve ne işe yaradığını merakla birbirlerine sorup öğrenmeye çalışıyorlar. Oralet olayında olduğu gibi bir türlü dilleri katalitik demeye dönmüyor. Ve… katalitik soba bizim Vezirköprü’ de  “katolik soba” olup çıkıyor.

YANLIŞ KULLANILAN KAVRAMLARDAN DÖRDÜ
YANLIŞ KULLANILAN KAVRAMLARDAN DÖRDÜ

(Emrah Safa Gürkan'ın BUNU HERKES BİLİR kitabından aynen alıntıdır) 17 Ocak 2022

KİMİ KISALTMALAR VE ANLAMLARI
KİMİ KISALTMALAR VE ANLAMLARI

Özellikle bir müzeyi gezerken veya İngilizce yazılmış bir tarih kitabını okurken karşımıza BC ve AD gibi ya da zaman ile ilgili metinlerde AM-PM kısaltmaları çıkmaktadır. Bunların ne ifade ettiğine çok kısa bir göz atmanın yararlı olacağını düşünüyorum.

BAŞSAĞLIĞI-TAZİYE KAVRAMLARI ÜZERİNE
BAŞSAĞLIĞI-TAZİYE KAVRAMLARI ÜZERİNE

Toplumdaki başat üretim ilişkisinin değişmesi toplumun sosyokültürel yapısını, toplumun gelenek, görenek ve adetlerini de derinden etkilemektedir. Eskiden köy veya kasabalarda bazı durumlarda bir aya kadar uzayabilen taziyeler köylerden kentlere hızlı göç, ulaşım ve iletişim araçlarının gelişmesi, kırsal yaşam biçiminden kentsel yaşama geçilmesi eski geleneklerin uygulanmasını olanaksızlaştırmaktadır. Bir dönem evlerde, evlerin avlularında oluşturulan taziye yerleri veya çadırları o köy veya kasabada birkaç günlüğüne kiralanan bir yere dönüşmektedir. Giderek yeni kuşaklar bu gelenekler ile olan bağlarını kopartmakta, bu gelenekler onlar için bir yük, bir külfet halini almaktadır.  Zaman içinde gidip gelmeler de azalmakta başsağlığı dileme işi telefonlarla, sosyal medyalar aracılığı ile yerine getirilmektedir.

AYAK
AYAK

Türkçe, Hind-Avrupa dilleri diye sınıflandırılan ailenin bir üyesi değil.  Ama bu ailenin üyesi sayılan dillerden çok sayıda kelime almıştır. Bunlardan batı Avrupa dillerinden gelenleri tanımak kolay. Ama Farsçadan gelenlerin pek çoğunu tanımak hiç de kolay değil. Burada kastettiklerim çok köklü kelimeler. Sözgelimi,  peynir, pencere, merdiven, gül (çiçek adı)  gibi kelimelerin Farsça olduğu aklımıza bile gelmez. 

DİASPORA
DİASPORA

Diaspora İbranca sürülme, sürgüne gönderme, tehcir anlamına gelen  galuth (ya da galot, golah, galut) kelimesinin Yunanca çevirisi. Kelimenin buradaki anlamı Yahudilerin Babil'den sürülmesinden sonra dünyanın dört bir yanına dağılması. Avrupa dillerinde ondokuzuncu yüzyılda Filistin dışındaki ülkelere dağılmış olan Yahudiler, ya da Yahudilerin Filistin dışında yaşadıkları ülkeler anlamında kullanılmaya başlıyor.

HUKUK TERMİNOLOJİMİZDEKİ BİR KAVRAM-BİR TERİM ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
HUKUK TERMİNOLOJİMİZDEKİ BİR KAVRAM-BİR TERİM ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

Z Ü H R E V İ  (Sorunlu Kavram)
Z Ü H R E V İ  (Sorunlu Kavram)

Herhangi bir konuda doğru, gerçek bilgi sahibi olmak o bilginin aktarıldığı sözcüklerin, kavramların ne anlama geldiğini bilmekle başlar. Bazı sözcükler (ifadeyi taşıyıcı) ve kavramlar (ifade edilen öz) gerçek anlamlarından farklı olarak da kullanılabilmektedir. Bazıları da bir galat(=yanlış) olmasına karşın kullanılmaya devam edilmektedir.

14 ŞUBAT SEVGİLİLER GÜNÜ
14 ŞUBAT SEVGİLİLER GÜNÜ

Ancak dünya nüfusunun 8 milyarı aşmasından sonra hala üremeyi özendirecek bir kutlamaya gerek var mı, bunun sorgulanması gerekir.. İnsanlar arasında ayrıştırmanın, kutuplaştırmanın, hırs, kin ve nefretin yerine sevgi konulmak isteniyorsa bunun yolu sevgililer günü değil hoşgörünün ve empatinin geliştirilmesi için çalışılmalar yapılmasıdır. Benim önerim şudur öncelikle bu günün anlamını ve önemini tarihi ile birlikte öğrenip değerlendirilmeli. Bu günün kökeni Lupercalia Festivalidir.

(ATIN ŞAHLANIŞI) deyimi
(ATIN ŞAHLANIŞI) deyimi

Adige kültüründe bir genç kızın veya kadının yanında kılıç çekilmesi bağışlanmaz bir kusur ve atın şaha kaldırılması da cinayet nedeni olarak kabul edilebilmektedir. Şaha kalkmak, atı şaha kaldırmak sözcüklerinin anlatılmak istenen eylemin anlamı ile hiç örtüşmediğini söyleyebiliriz.

TESTOSTERON  EGEMENLİĞİ (Domination de la Testostérone)
TESTOSTERON  EGEMENLİĞİ (Domination de la Testostérone)

Latince ''testi(s)'' + ''mōnium'' kelimelerinin birleşiminden oluşan ''Testimōnium'' kelimesi de ''testislerini tutan'' anlamına geliyor. Latinler mahkemede tanıklık yapmaya başlamadan önce neden ''testislerini tutan'' sözcüğünü kullanmışlar? Antik Roma'da, mahkemede tanıklık yapanlar yemin ederlerken kendi testislerini tutarlarmış. Bu ritüel  "eğer yalan yere yemin edersem soyum kurusun" anlamına geliyormuş. Demek ki soyun devamını sağlayan testisler en önemli değer yargısı olarak kabul ediliyor.

URBA
URBA

Urba kelimesi şehirde doğmuş bir kelime; ama köy-kır diline girdiği için olacak ki, şehirli ağzına yakıştırılamamış. Bu yüzden, bir süre sonra aynı kelimenin Fransızcası alınıp rob / rop yazımıyla şehirli ağzına uygun bir kelime elde edilmiş!  Rob'u yine Fransızcadan aldığımız ropdoşambr (robe de chambre) kelimesinde de görürüz. Gardrop'ta  (garde robe) da var aynı kelime.

İki Dirhem Bir Çekirdek ve Keçiboynuzu
İki Dirhem Bir Çekirdek ve Keçiboynuzu

Darphanede buharlı makineler ile bastırılan bu ilk Osmanlı Lirası öncekilerden çok farklı idi.  O zamanın İstanbul’unda oturan ahali bu altın lirayı görünce;  bu ne, bu ne diye birbirlerine sormuşlar. Bir karara varamadıklarından Darphanenin başındaki muhtereme gitmişler aynı soruyu ona da sormuşlar, bu nedir? Aldıkları cevap “iki dirhem bir çekirdek” olmuş. Duyan duymayana anlatmış, bu paranın adı iki dirhem bir çekirdeğe çıkmış.

Zat İşlerinden İnsan Kaynaklarına
Zat İşlerinden İnsan Kaynaklarına

Bu kısa açıklamadan da anlaşılacağı gibi son değişikliklerin amacı insana hizmet değil, insanın güvenliğini sağlamak değil kurum, kuruluş veya şirketin korunması ve güvenliğinin sağlanmasıdır. Zaten yasanın başlığı da budur.  Bu anlatmaya çalıştığım şeyleri normal buluyorsanız, hayra yoruyorsanız benim söyleyecek bir şeyim yoktur. Ancak bu dünyada şeyleri değil de insanı konunun başlığına veya odağına koyacaksak konuşacağımız çok şey vardır.

YERSİZ YURTSUZ BİR MİLLET: ÇİNGENELER
YERSİZ YURTSUZ BİR MİLLET: ÇİNGENELER

1971'de toplanan Dünya Romanlar Kongresinde Roman halkı için kullanılan, gypsy  ve benzeri  bütün yabancı kelimelerin reddedilmesi oy birliğiyle kararlaştırılmıştır. Türkçede de, hiç olmazsa resmî bir bağlamda kullanıldığında, "Roman" kelimesi tercih ediliyor şimdilerde. "Çingene" kelimesinin olumsuz anlamları olduğunu biliyoruz. Ne var ki, "Çingene" olmak bir suçmuş gibi, "Roman" kelimesini onun yerine bir "yumuşatıcı" olarak kullanılmasından da sakınmak gerekmez mi?  Bu kadar eski bir kelimeyi lanetleyip yasaklamaktansa onu olumsuz anlamlarından  arındırıp tamamıyla nesnel bir terim olarak kullanmayı deneyemez miyiz?

ROMAN
ROMAN

Romanslar var olan dünyayı değil, olması özlenen, idealleştirilmiş bir dünyayı yansıtır.  Gerçekçilikten tamamıyla yoksun bir edebiyattır. Olaylar arasında nedensellik bağı yoktur. Hikâyenin ne zaman geçtiği belli değildir;  belirsizdir zaman. Mekân da siliktir; olayların nerede geçtiğini gözümüzde canlandıramayız. Bu tozpembe edebiyat Aydınlanma çağında tutunamazdı.      Romana gelince, bu tür her şeyden önce gerçekçilik,  inandırıcılık üstüne kuruludur. Roman, bir anti-romance olarak nitelendirilir; yani  romansın tersidir, romans olmayan bir edebiyat türüdür. Roman kişileri olağanüstü niteliklerle donanmış insanlar değildir; tanıdık, bildik kişilere benzer, bizler gibi bireylerdir. Hikâye iç içe örülü, bir bütünlük gösteren olaylara, yani bir olay örgüsüne dayanır.  Olaylar arasında nedensellik bağı vardır. Hikâye belirli bir zaman diliminde geçer. Tarihî, maddi, somut zamandır bu. Mekân ayrıntılı bir biçimde tasvir edilir. Zaman da, mekân da olay örgüsünün ayrılmaz bir parçasıdır.

"TARİH"İN ÇİFTE ANLAMI
"TARİH"İN ÇİFTE ANLAMI

"Geçmişte olup bitenlerin anlatılması, nakledilmesi, hikâye edilmesi, tasvir, hikâye, masal" demek. Latince de Yunancadan almış. Yunanca historia'nın anlamı biraz daha geniş: "öğrenme, soruşturma, araştırma yoluyla elde edilen bilgi; bir kimsenin araştırıp soruşturmalarının anlatımı, hikâye edilmesi;  anlatı, hikâye, kayıt, geçmişteki olayların anlatımı".  Yunanca historein "tanıklık, bilme, anlatma, nakletme, arayıp bulma, soruşturma"; histor da "öğrenmiş olan, bilen, bilgili, tanık, görgü tanığı " demek. Hepsi Hint-Avrupa kök dilindeki *wid anlam birimine dayanıyor; bu da "görmek, bilmek" demek.

YUNANCA "DOXA"DAN LATİNCE "DOCTOR"A
YUNANCA "DOXA"DAN LATİNCE "DOCTOR"A

Ortho bileşenli iki terim daha var Türkçede. Biri, ortopedi, ortopedist. Yunanca paed / ped çocuk, Latince ped ise "ayak" demek, bu iki birim birbiriyle ilintili. Kelime olarak  "doğru, düzgün çocuk"  anlamına geliyor. Tıbbın bu dalı çocuklardaki vücut biçimsizliklerini, özellikle kemik yapılarındaki bozuklukları düzeltme işlemleriyle uğraşır. Daha kapsamlı anlamıyla, kemikler, eklemler, kaslar, kirişler, sinirler gibi vücut hareketini sağlayan organların bozukluklarını düzelten, tedavi eden cerrahi koludur.  Öbür kelime ortodonti, ortodontist, o da "düzgün dişler"  anlamında.  Diş hekimliğinin dişleri çenenin üstüne estetik ve görev bakımlarından düzenli bir biçimde yerleştirmekle uğraşan kolu.

KORO, BALE, HORON
KORO, BALE, HORON

Bale sanatı anlamındaki bale  kelimesi batı Avrupa dillerinde ballet imlasıyla yazılır. Kadın dansçıya  balerin, erkek dansçıya bale dansçısı denir, terimin eril biçimi yoktur. Ne var ki,  Türkçe sözlüklerde "balet" diye bir kelime görürüz.  Erkek dansçı diye tanımlanmış.  TDK Güncel Sözlük'te kelimenin Fransızcadan, Kubbealtı Lügati'nde  ise İngilizceden alındığı yazılmış. Bu iki dilde de, başka batı Avrupa dillerinde de böyle bir kelime yok. Vahim bir hata!  Bu kadar ciddi bir yanlış nasıl girer sözlüklere, anlaşılır şey değil. Aynı hata Millî Eğitim Bakanlığının 1995'te yayımladığı dört ciltlik Örnekleriyle Türkçe Sözlük ile Ali Püsküllüoğlu'nun hazırladığı Arkadaş Türkçe Sözlük'te  (8. bası, 2004) de var.  Ama TDK'nin  1969'da yayımladığı Türkçe  Sözlük' te  "balet" yok. Bu anlam  herhalde 1990'larda zuhur etmiş. Birileri  kelimenin sonundaki, sesletilmeyen  /t/  harfini eril takı  sanmış herhalde! 

FRENGİ
FRENGİ

Sifilis hastalığının kaynağı tartışmalı. Hastalığın Amerikalılar daha Avrupalılarla  temas etmeden Amerika kıtasında görüldüğü sanılıyor. Buna göre, Kristof Kolomb'un (1451 - 1506) dönüşünde, mürettebatındaki denizcilerce Avrupa'ya bulaştırılmış olabilir.

FRANKLAR, FRENKLER
FRANKLAR, FRENKLER

Asıl çarpıcı olan, Fransa, Fransız kelimelerinin yanı sıra eski bir topluluğun etnik adından pek çok kelime türetilmiş olmasıdır. Eski İngilizcede franc,  franca   "özgür, soylu kişi" anlamına geliyordu. Sanki Franklar  Gallileri, Keltleri yenip egemenlikleri altına aldıkları zaman bu ülkenin  "özgür" insanlarının kendileri olduğunu  ilan etmişler gibi! Frankların egemenliğindeki Galya'da yalnız Franklar özgürdüler. 

LOJİ'LER
LOJİ'LER

Logos bir bileşen olarak bilim ya da bilgi dallarının adlandırılmasına yarıyor: sosyoloji, psikoloji, müzikoloji gibi... Bu ve benzeri bilim dallarının adları  Türkçeleştirilirken "—bilim, ya da bilimi" kelimesi ekleniyor: toplumbilimi, ruhbilimi, müzikbilimi...

TUZ
TUZ

Bir şeyin adını bu şekilde değiştirmek onu aşağılamak demektir. Yine de diyebilirsiniz ki, salatalık derken bu lezzetli, salatada onsuz edilemeyen sebzeden özür dilemek istemişiz. Belki. Özür dilemenin ötesinde, bu sebzeyi yücelten de var. Sadece bir gurme olmayan, yeme içme konularını işleyişini edebiyat seviyesine yükselten Refik Halit Karay salatalığı bakın nasıl yüceltiyor:  "Terlemesini en güzel bilen ve kendisine iyi yakıştıran bu sebze biçimindeki acayip meyva! Salatalıklar ne tuhaftır ki ancak kabukla çıplakken terlerler. Soyunan hiçbir ten, onun kadar nefis, nazik bir rayiha veremez."

ENTELEKTÜEL
ENTELEKTÜEL

Fransızca intellectuel  kelimesine gelince, Dreyfus davasından çıkıyor. Fransızcadan  İngilizceye,  Almancaya geçiyor.  Sözün burasında bu davayı  ayrıntılarıyla hatırlatmak zorundayım.  Alfred Dreyfus  Yahudi asıllı  bir Fransız topçu yüzbaşısı. Savaş bakanlığında çalışırken 1894'te Fransız askerî sırlarını Almanya'ya verme iddiasıyla askerî mahkemede  yargılandı.  Bu suçu işlemediği halde mahkemede suçlu bulundu. Yahudi asıllı olduğu için kamuoyunun geniş bir kesimi de suçlu olduğuna inanıyordu.

Günlük Hayattan 30 Kelimenin kökenleri
Günlük Hayattan 30 Kelimenin kökenleri

Anlamlarının Nereden Geldiğini Öğrenince Şaşıracağınız çok sayıda sözcükten sadece 30 tanesi. Ağzımız veya kalemimizden (klavyemizden) çıkan her bir sözcüğün anlamlarını, kökenlerini, bugünkü anlamlarını kazanana dek geçirmiş olduğu yolculuğu öğrendiğimizde dinlemek ve konuşmak başka bir anlam kazanacaktır.

ENERJİ
ENERJİ

 Üzerinde duracağımız terimlerin bilinen en eski kaynağı Yunanca. Bu dilde  ergos "çalışır, işler durumda, faal, etkin";  ergon  "iş, eylem, üzerinde çalışılan iş" demek. Bu kelimeler ile türevleri Hint-Avrupa kök dilinde "yapmak, etmek " anlamına gelen  *werg - worg kökünden türüyor.  İngilizce work, Fransızca ouvrer, Almanca werk   kelimelerinin bu kökle bağı çok açık.   Aynı kökten türetilen kelimelerin en yaygını olan enerji (Yunanca energeia) teriminin bileşenleri şöyle: en—  öneki, "içinde" + ergos + isim türeten —y  soneki. Bire bir anlamıyla "çalışır, işler durumda olan, faal, etkin."   Aristoteles'in türettiği bir terim energeia. Onun kullanımına göre,  gizilgüç (potential) olmaktan çıkıp  gerçeklik kazanan, var olan, edimleşmiş anlamına geliyor; eski deyimle, "kuvveden fiile çıkmış."  Bu terim yüzyılların akışı içinde anlam kaymasına uğrayıp Fransızcada "güç kuvvet, canlılık  ifadesi" anlamında yorumlanmış; ondokuzuncu yüzyıl başında da bilim diline girmiş; yirminci yüzyıl başlarında da Fransızca üzerinden Türkçeye  geçmiş.

PORT, YANİ LİMAN
PORT, YANİ LİMAN

Spor kelimesi İngilizceden geliyor. Eski İngilizcedeki desporter ile sport aynı anlama gelen kelimelerdi. Bu iki kelime daha sonra ayrışmış. Birincisi, ikincinin eski biçimi. "Taşıma, alıp götürme" anlamı burada da var. Desporter kelimesinin başındaki önek (dis—) "uzağa, başka bir yere" anlamında. Desporter (daha sonra disport) / sport kelimelerinin bire bir anlamı şu: "zihni ciddi şeylerden uzaklaştırıp başka şeylere götüren işler." Fiil olarak kullanıldığında "oyalanmak, hoşça vakit geçirmek, eğlenmek; isim olarak da hoşça vakit geçirmek için yapılan şey demek.

Turunçgiller
Turunçgiller

Birçok meyvenin, sebzenin ana yurdu  Çin'dir. Bu bitkiler batı dünyasında  (tabii, bizde de)  bilinen adlarını  Çincede değil,  başka dillerde kazanıyor. Çin'den yola çıkarılan meyveyi sebzeyi ya batıya götürüp  tanıtanlar,  ya doğudan batıya götüren  güzergâh üzerinde bir dağıtım merkezi olan ülke, ya da bitkiyi Çin dışında bir ülkede ilk kez yetiştirenler mührünü basıyor verilen adlara.          Portakalın da  ana yurdu  Çin. Onaltıncı yüzyılda Portekizli tüccarlarca Avrupa'ya getirilmiş. Portakal  yetiştiren ilk Avrupa ülkesi Portekiz. Türkiye'ye de bu ülkeden geliyordu. Meyve Portekiz'den geldiği için Türkçede portokali adı verilmiş;  Portekiz narenciyesi ya da turuncu  yani.  

Nomos'tan Namusa
Nomos'tan Namusa

Anlamını daha iyi kavrayabileceğimiz türevleri yine de Yunancadan çıkıyor. Yunanca  nomos (kanun, kural, düzen, nizam, yol yordam)  nāmūs yazımıyla Arapçaya geçiyor; buradaki anlamı da "kanun, töre". Ama din öğretisi de kelimenin anlamını etkiliyor: Allah'ın kanunu, Musa'ya gönderilen şeriat, yani Tevrat.  Aramca nūmūs  ya da  nīmūs de  "töre, kanun, yasa, din" demek. Bu iki dilden birinden geçiyor dilimize. O halde Türkçe —lu ekiyle  "nâmuslu", kanunlara uyan, meşru yoldan ayrılmayan; —suz ekiyle "nâmussuz" da,  kanuna uymayan, gayrimeşru yola sapan anlamına geliyor.   

Ev
Ev

"Ekonomi"nin Yunancadaki ilk anlamı "ev idaresi, tutumluluk".  Türkçesi, Arapça kökenli  iktisat. İktisat  kelimesinde de aynı anlam var: tasarruf, geliri gideri idareli bir şekilde kullanma, tutum. Tutumlu olana eskiden, çok değil elli yıl önce  "muktesit, iktisatlı" denirdi.  "Ev idaresi, tutumluluk" anlamı "bir toplumun servetinin, mali kaynaklarının idaresi"ne dönüşünce  modern anlamı  çıkıyor ortaya. Bu anlamın ortaya çıkması onyedinci yüzyıl ortalarını buluyor.  Yeni bir bilim ekonomi. Bu bilimin babası olan İskoç Adam Smith onsekizinci yüzyılda yaşadı. Milletlerin Zenginliği (Wealth of Nations) adlı baş eseri 1776'da yayımlandı. 

Fil
Fil

Bibliyofili kelimesine benzer bir  kelime vardır: bibliyomani. Bu kelime de TDK'nin Güncel Türkçe Sözlük'üne girmiş. Bibliyofili ile bibliyomani zaman zaman eşanlamlı olarak kullanılıyor olsa da,  eşanlamlı sayılmamalı. Mani kelimesinden de anlaşılabileceği gibi, ikincisinde kitap koleksiyonculuğu bir hastalık haline gelmiş demektir. Böyle koleksiyoncularda kitap toplama tutkusu, daha doğrusu hırsı, kendi sağlıklarını tehlikeye düşürebilecek, dostluk, arkadaşlık bağlarını sürdürmelerine engel olabilecek bir saplantı derecesindedir.  Şemsettin Sami Kamûs-ı Fransevî'de "bibliomane" kelimesini de "Kütüb-i nâdire cem’i meraklısı, kitap budalası, kitap sevdalısı," diye tanımlamış. Bu "mani" durumu için eski Türkçede yakıştırılan bir söz var: mecânîn-i kütüb, yani kitapların mecnunu. Muhibb-i kütüb" (yahut muhibbân-ı kütüb") de,  "mecânîn-i kütüb" de hoş, bir mizah tadı da taşıyan  sözler.

Kültür Nedir?
Kültür Nedir?

Son olarak, "kültür"ün en önemli, en tartışmalı anlamı üzerinde duralım. Bu terime Türkçede yirminci yüzyıl başlarında bir karşılık bulunmuş: hars. Kelimeyi bu yönde işleyen yazar Ziya Gökalp. Kelimeye sıfat takısı da koyuyor, harsî diyor. Gökalpçi terminolojide "hars"ın özel bir anlamı var. Bilindiği gibi, Gökalp "medeniyet" ile "hars" arasında bir ayrım gözetir. Şöyle der Türkçülüğün Esasları'nda: "Hars millî olduğu halde, medeniyet beynelmileldir." Kültür ile medeniyeti kesin çizgilerle ayırt etmiş olması çokça tartışılmıştır. Bu ayrımın zayıf tarafı medeniyet ile kültür arasındaki etkileşimin gözardı edilmesinde. İkisinin de değişmez, donmuş varlıklar olarak görülmesi başka bir zayıflığı.

CIVILISATION, MEDENİYET, UYGARLIK
CIVILISATION, MEDENİYET, UYGARLIK

1760'larda Fransızcada kullanıma girmiş. Bu dilde ilkin 1756'da  görünmüş. Bu yepyeni terimin ilk anlamı pek de  açık değil. Hiç şüphesiz,  ilk anlamı "kültürde, teknolojide yüksek bir seviyeye erişmiş olma durumu"  değildi.  Civilité, "civil olma durumu" demek  civilisation. Peki bu ne demek? Yapısında iki birim var:  Fransızca cité  ile Latince civis. Bir şehirde yerleşip oralıların  hemşehrisi olmak ile bir ülkenin, devletin  (şehir devletinin) yurttaşı —herhalde iyi bir yurttaşı, dolayısıyla iyi ahlaklı insanı— olma durumu birleşiyor. Şehirde yerleşmiş olmak da, hem göçebelikten  kurtulmuş olmayı,  hem de   modern anlamıyla "şehirli, büyük şehirli, taşralı olmayan" (urban) kavramının dile getirdiği daha gelişkin bir insanı çağrıştırıyor. Bir de, bir yüzyıl öncesinden beri nezaket, görgü anlamında kullanılıyor. Buralardan  filizleniyor olmalı.

Bozbulanık İki Kelime: Ansiklopedi, Sempozyum
Bozbulanık İki Kelime: Ansiklopedi, Sempozyum

Nurullah Ataç ülke aydınlarının Eski Yunanca - Latince öğrenmelerini isterdi. Bu görüşünden ömrü boyunca vazgeçmedi.  Bu ülke doğu  uygarlığından batı uygarlığına geçmişti. Batı uygarlığının temeli batı dilleriydi; batı dilleri de Yunanca  ile Latinceye dayanıyordu. Aydınlarımız arasında batı dillerini su gibi bilenler vardı var olmasına, ama batının kavramlarını bir batılı gibi anlayamıyorlardı. Fransızcayı, İngilizceyi, Almancayı bu dillerin söz dağarcığının kaynaklarını, kökenini bilmeden öğrendikleri için batının kavramlarını özümseyemiyorlar, ister istemez yarım yamalak öğrenmiş oluyorlardı. Ataç'ın aydınlarımızın asıl anlamını bilmediklerinden yakındığı terimlerden biri de "ansiklopedi"ydi. Bu kelimenin ne demek olduğunu  bilmelerini isterdi aydınların.

Latinceden Türkçeye Yansıyanlardan II
Latinceden Türkçeye Yansıyanlardan II

Öjeniks bazı insanlarla bazı  grupları üstün, bazılarını da aşağı sayan, insanlığın  kalıtım yapısını "iyileştirmek" üzere başlatılan sözde bilimsel uygulamaların adı. Terim, iki Yunanca birimden kurulu. Bu uygulamanın geçmişi Eski Yunan'a kadar geriye uzanıyorsa da, kurama duyulan ilgi  asıl ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında yaygınlaşıyor; bu görüş, birçok Avrupa ülkesinin yanı sıra ABD'de, Kanada'da, Avustralya'da  uygulamaya sokuluyor. Modern öjeniks, "bilimsel ırkçılık"la bağdaştırılan bir uygulama.  Bu uygulamada, daha sağlıklı kuşaklar, daha üstün toplumlar  yaratmak amacıyla kalıtım  özellikleri, bu arada zekâ katsayısı (IQ değerleri) birbirlerine uygun kişilerin evlendirilmesi özendirilir; zekâ özürlüler, görme, işitme engelli kişiler ise kısırlaştırılır. Bu politikanın İkinci Dünya Savaşı yıllarında Nazi Almanya'sının da ilgi alanına girmesi olağandı.  O yıllarda bu politika Nazi Almanya'sıyla özdeşleştirildi. Nazi kamplarında toplanan yahudiler, çingeneler, eşcinseller, sakatlar, ruh ya da beden sağlığı yerinde görülmeyenler Alman ulusunun sağlığını bozabilecek unsurlar  sayıldı. Savaştan sonra, insan haklarının yeniden önem kazanmasıyla bu politika birçok ülkede terk edildi.   

Dilde Bildirişimin Kopması Üstüne Bazı Notlar
Dilde Bildirişimin Kopması Üstüne Bazı Notlar

Ben de yıllar önce yayımlanmış olan bu makaleden esinlenerek, yazarın kurduğu bağlantıyı,  daha doğrusu dikkati çektiği bağlantısızlığı başka bir yönden ele alacağım. Benim kurduğum ilişkide merkez değişmiyor: yeni kelimeler türeten dilciler, kurumlar "merkez"de bulunuyor,  "çevre" ise söz konusu kelimeleri türetmeyen ama kullanan herkes. "Herkes" kelimesi hem o kelimeleri yazı dilinde kullananları,  hem de yazmayanları, yani onları kullanarak konuşan insanları kapsıyor.       Merkezden türetilen yeni kelimelerin birçoğu, Selahattin Hilav'ın gözlemlediği gibi, amaçlanandan hayli farklı anlamlara çekiliyor, bu yüzden de gerek yazı, gerekse konuşma dilinde meramı zora sokuyor, bildirişim (communication) kopukluklarına yol açıyor. Sözlükler de birçok kelimenin ne anlama geldiğini açık seçik bir biçimde veremiyor.   

Aristokrat
Aristokrat

Artık sadede gelelim. Türkiye'de hiçbir zaman aristokrat olmadı. Ondokuzuncu yüzyılda aristokrasi karşılığında "zadegân" kelimesi kullanılmış Türkçede. Yersiz bir türetme.  Türkiye'de olmayan bir şey için kelime türetilmesi anlamsız. Oysa asîl öyle değil; öteden beri kullanılıyor Türkçede, ama "aristokrat" karşılığında değil;  "sağlam, köklü, terbiyeli, edepli kişi" anlamında. Buna bağlı olarak, "asilzade", köklü, temiz, görgülü bir ailenin çocuğu demek. "Asil"in Türkçesi olan "soylu" da "aristokrat"ı akla getirmez. Bir de, başkasının vekili olarak değil de kendi adına hareket eden" anlamı var, "asil üye" sözünde olduğu gibi. "Necîb" de, soyu sopu temiz anlamına geliyor. 

Despot, Tiran, Diktatör
Despot, Tiran, Diktatör

Eski Roma'da ancak ordu içinde kargaşa,  ülkede iç karışıklık gibi bunalımlarda başvurulan bir olağanüstü hal uygulamasıydı diktatörlük.  Diktatörlüğün  devleti tehdit eden bir güç haline gelmesini önlemek için, diktatör olarak atanan kişinin yetkilerini sınırlandıran sıkı kurallar konmuştu. Diktatörün görev süresi altı aydı. Ayrıca, yetkisini ancak öngörülen sınırlar içinde kullanabilirdi. Görev süresinin sonunda da çekilmek zorundaydı.       

Felsefeden Safsataya, Sufiden Sofuya
Felsefeden Safsataya, Sufiden Sofuya

Istanbul'u fetheden müslüman Türkler 1453'te Aya Sofya'yı camiye çevirirken neden bu kilisenin adını değiştirmek ihtiyacını duymadılar diye sorulabilir. Bu sorunun cevabı açık. Osmanlıların kendilerinden önceki uygarlıklar, kültürler hakkında hiçbir kompleksleri yoktu. Kendi  sistemlerini kurarlarken bütün bir Akdeniz  geleneklerinden, uygulamalarından  faydalanmışlardır. Birçok tarihçi Osmanlı imparatorluğunun Roma imparatorluğunun mirasçısı olduğunu söyler, yazar. Şunu da belirtmek gerek: Aya Sofya mimarisiyle eşi  benzeri bulunmayan bir  yapı olarak da Osmanlıların hayranlığını kazanmıştı; özellikle  Osmanlı mimarlarının. Dolayısıyla Aya Sofya'ya büyük bir saygı duyuluyordu. Bu saygının bir sonucu olarak da bu şaheseri restorasyonlarla koruyup  günümüze ulaştırdılar.

Efendi
Efendi

Efendi sadece İngilizceye değil, Arapçaya da Türkçeden geçmiştir. Kelimenin kökenini bilmeyenler Yunancadan gelmiş olabileceğini tahmin edemezler demiştim. Nitekim, birçok kimseye, "Efendi  kelimesi hangi dildendir?" diye sorduğumda hepsi de  "herhalde Arapçadır" demişlerdir. Kelimenin çok köklü bir anlamı olduğunu düşünerek bu cevabı vermişlerdi. Arapçada kullanılan her kelimenin Arapça kökenli olamayacağı açıktır. Konuyu iyice incelememiş yabancılar da  aynı yanılgıya düşebiliyorlar. 

Latinceden Türkçeye Yansıyanlardan
Latinceden Türkçeye Yansıyanlardan

RÉG- L (Fransızcadan, régle): düzen, düzenli. Kadınlarda aybaşı. Türkçe sözlüklere, imla kılavuzlarına girmemiş daha, ama "kibar" şehirli konuşma dilinde bol bol kullanılıyor; az olmakla birlikte, yazı dilinde de kullanıldığını gördüm. Türkçede birkaç karşılığı olduğu halde yayılması, insan vücuduyla toplumumuzun (büyükçe bir bölümünün) arasının iyi olmamasına bağlanabilir ancak.

Akdeniz Dilinden Dört Kelime: Tersane, Damacana, Fırtına, Forsa
Akdeniz Dilinden Dört Kelime: Tersane, Damacana, Fırtına, Forsa

Latince fortuna (baht, kader, kısmet, talih, felek)  kelimesini ödünç alan dillerde "iyi talih" anlamında, yani olumlu bir anlamda kullanılır. Ne var ki Akdenizli denizcilerin dilinde "kötü talih, talihsizlik"e dönüşmüş, "denizde ansızın esen çok sert rüzgâr" anlamına gelmeye başlamış. Şuradan çıktığı anlaşılıyor: "denize açıldıktan sonra fırtınaya uğramış olma talihsizliği, denizcilerin talihsizliği".

"Kosmos"tan Gelenler
"Kosmos"tan Gelenler

Kavramın birinci yönüne dönüp  kozmonavt  - astronot  rekabetine dikkati çekelim.  Ruslar uzay gemisi mürettebatına  kozmonavt (Türkçede kozmonot), Amerikalılar ise astronot diyor. Kozmonavt  (kosmos + nauta, deniz) "kozmos yolculuğuna çıkan", astronot (astrum, yıldız +  nauta, deniz) ise "yıldızlar arasında yolculuğa çıkan" anlamına geliyor.

Barbarlar
Barbarlar

"Öteki"den söz açılmışken, Türkçede öteden beri kullanılan bir söze değinmeden geçemeyeceğim: "müslümandan gayrisi, müslüman olmayanlar" anlamına gelen "gayrimüslim" nitelemesi. Bu söz Türkçede öyle horlayıcı, keskin bir ayırımcılıkla kullanılmaz, ama sözün kuruluşu bu izlenimi uyandırır. Bir de, müslüman olmayan cemaatlerin her birini asıl kimlikleriyle anmayıp hepsini tek kelime içinde toplamak, aralarındaki inanç, kültür farklılıklarını görmek istemediğimiz, dolayısıyla vatandaşlarımızı tanımaya önem vermediğimiz anlamına gelebilir.  

"Kapital"in Eserleri
"Kapital"in Eserleri

Hayvancılıkla uğraşanlar ellerindeki hayvanlara bizde de  bugün bile  "mal" demezler mi?   Kemal Tahir'in Büyük Mal  (1970) romanının adındaki "mal" öküz demek, "büyük" de "büyük baş"la ilintili. Tabii, bütün hayvan severleri, asılında bütün doğa severleri üzecek bir etimoloji bu. Ama ne yapalım, kökeni bu, etimolojide pek çoktur böyle münasebetsiz kökenler.

İlk Konservatuvarlar
İlk Konservatuvarlar

Konservatuvar kelimesinin "konser"le elbette hiçbir ilintisi yok. Musıkiyle de yok. Kelimenin kökü olan fill, conserve, batı dillerinde, bir şeyi dış etkilere, dışardan gelebilecek zararlara karşı emin bir yerde  koruma, muhafaza etme, saklama anlamına gelir. Bunun da kaynağı Latince conservare fiili.

Tekhne, Ars, Sanat
Tekhne, Ars, Sanat

Eski Yunanca metinler başka dillere çevrilirken "sanat" diye çevrilir tekhne, başka dillerde de aynı anlama gelen bir kelime kullanılır (İngilizce ile Fransızcadaki art gibi). Bu bizi yanıltmamalı, kelimenin aslı tekhnedir.  Bugün bilim kavramına giren aritmetik de arithmetike tekhne diye anılıyordu. 

"Modern"in Geçmişi, Bugünü
"Modern"in Geçmişi, Bugünü

Modern kelimesinin altını üstünü kurcalarken tarihî, toplumsal oluşumlara bir göz atmamak olmaz. Geniş anlamıyla modernleşme ya da asrîlik Sultan III. Selim döneminde başlatılan, daha kapsamlı bir içerikle Tanzimat'tan sonra getirilen bir sıra yeni düzenlemeyi, tabii Cumhuriyet'ten sonra da sürdürülen yenilikleri adlandırmak için kullanılıyor. Elbette günümüzden geçmişe dönük olarak. Bütün bu yeniliklere "Türk modernleşmesi" diyenler var. Oysa Avrupa'da modernleşme en az dört yüzyıl öncesinden başlayan bir büyük dönüşümün ürünü.

İki Nobel Ödüllü Marie Curie'nin Dramı
İki Nobel Ödüllü Marie Curie'nin Dramı

Marie Curie geçirdiği büyük zorlukları yenerek tarihte 2 Nobel Ödülü almış tek kadın. Kaynaklarda verdiğim /2/ nolu kitabın okunması ve Marie Curie'nin gençlerimize örnek olması dileğiyle.

Terim Ne Demek?
Terim Ne Demek?

Latinceden gelen bir kelime terim. Bu dilde termini sınırlar (çoğul) demek. Onun tekil hali olan terminus eski Romalıların sınır tanrısı. Bu tanrı "termini" denen sınır taşlarının bekçisiymiş. Eski Roma'da termini  iki arazi, iki toprak parçası arasında kesin çizgilerle belirlenen sınırların zor kullanılarak yahut yürüyerek  geçilmemesi için konan, günümüzün dört köşeli kilometre taşlarına benzeyen taşlarmış.

Ütopya
Ütopya

Bize ait olan, bizim hâkim olduğumuz, güvendiğimiz  bir mekândan çıkıp birbirini hiç tanımayan, birbirine hiç benzemeyen  insanların girip çıktığı bu gibi mekânlar  farklı, değişik bir anlam dünyasını temsil etme olasılığını barındırır; yani hem vardır, hem yoktur, Foucault'nun deyişiyle "mekânsız mekânlar"dır. Kısacası, ütopyanın iyi, ideal ama var olmayan, hayal edilen bir yer olmasına karşılık heterotopya, "ötekilerin, başkalarının, değişik, farklı" mekânıdır. 

Melankoli
Melankoli

Melancholiadaki  "- chol" cholera (kolera) kelimesinde de karşımıza çıkıyor. Bu da Yunanca. Kholera hastalığının safra kesesinden kaynaklandığı sanısından ileri geliyor. Düz anlamıyla kolera, "safra kesesi krizi" demek.

Şurup, Şarap, Şerbet, Meşrubat
Şurup, Şarap, Şerbet, Meşrubat

Kur'an'da alkollü içki anlamındaki şarap karşılığında çeşitli kelimeler kullanılmış. Şunlar bu kelimeler: hamr, sahbâ (kırmızı şarap), handeris (yıllanmış şarap), habuk (akşam şarabı), rahîk (sert kırmızı şarap). Bu çeşitlilik Arap yarımadasında zengin bir şarap kültürü olduğunu gösteriyor.     

Matematik Terimlerinin Kökenleri
Matematik Terimlerinin Kökenleri

Bütün bilim terimleri gibi matematik terimleri de gündelik dilde herkesin kullandığı kelimelere yeni anlamlar yüklenmesiyle elde ediliyor. Ama bu basit kökenler bilinmeyince terimler birden soyutlaşıyor,  yanına yaklaşılmaz oluyor, asık yüzlü hale geliyor.  Orta dereceli okullarda matematik dersini okutanlar bu terimlerin kökenlerini açıklayarak derslerine başlasalar matematik daha güler yüzlü bir ders olmaz mı?..

Tercüman, Dragoman, Dil Oğlanı, Dilmaç
Tercüman, Dragoman, Dil Oğlanı, Dilmaç

Üniversitelerde  1983'ten başlayarak  Mütercim-Tercümanlık bölümleri kuruldu; öğrencinin hem mütercimlik hem de tercümanlık öğrenimi gördüğü  bu bölümlere "çevirmenlik bölümü" adı verilemedi. Bunlardan bazılarının adları  sonradan "çeviribilim bölümü"ne dönüştürüldü,  ama "çeviribilimi" çevirmenlik uğraşını değil, çeviri uğraşının bilimsel inceleme yönünü ifade eden ayrı bir terimdir. Oysa bu bölümlerin İngilizce adları çeviri uğraşının iki dalını da kapsıyor: "Translation and Interpreting (Studies)"... 

Telaffuz Hatası mı, Türkçeyi Bilmemek mi?
Telaffuz Hatası mı, Türkçeyi Bilmemek mi?

Bu yazıda verdiğim yanlış telaffuz örneklerinin hiçbiri "münferit" hata değil. Ben sadece aklımda kalanları anıyorum. Burada anmadığım daha nice yanlış var.  Bu derde bir çare bulunabilir mi?  İlk ve orta dereceli okullarda yıllarca okutulan Türkçe derslerinde dilbilgisi konusunun önemli bir yeri vardır. Bu derslerde dilbilgisi kuralları öğretilir, ama doğru telaffuz diye bir şey müfredatta yoktur.

"Post" Önekinin Önlenemez Tırmanışı
"Post" Önekinin Önlenemez Tırmanışı

Yabancı dil bilmeyenlerin de anlamını bildiği, "sonra, sonrası" demek olan "post" söz birimi batı dillerinde bir takı olarak kullanılır; yani bir kökün önüne konur. Ama Latinceden alınan "post" bu dilde bir önek değil, başlıbaşına bir kelime, "sonra" anlamına gelen bir zaman edatıdır.

"MAGAZİN"İN YOLCULUKLARI
"MAGAZİN"İN YOLCULUKLARI

Magazine kelimesi İngilizceye on yedinci yüzyılda Fransızcadan geçmiş. Ama bugün herkesçe bilinen anlamıyla değil. Dilimize ise herkesin bildiği anlamıyla, yirminci yüzyıl başlarında girmiş, Türk Dil Kurumu sözlüğüne bakılırsa, yine Fransızcadan. Aynı kelimenin yukarda sıralanan öteki  türevlerini yüzyıllardır  kullanıyoruz, ama aralarındaki  bağı kuramadan... 

PATLICANIN YAZDIĞI TARİH
PATLICANIN YAZDIĞI TARİH

Sebzenin anayurdu güneydoğu Asya. Geçmişi İsa'dan önceki yüzyıllara kadar dayanıyor.   Sebzeyi adlandıran kelimenin aslı Sanskrit. Kutsal Hindu metinlerinin yazıldığı dilden. Kelimenin en eski biçimi vātinganah. Sanskritte "bağırsak gazlarına yol açmayan sebze" anlamına geliyor. Dilden dile geçen kelimelerde  /v/ ünsüzünün /b/ ünsüzüne  dönüşmesi çok kolay. Vātinganah ya da  vātincana Farsçaya bādingān, Arapçaya da  al-bādincān ya da al-bādinjān yazımlarıyla geçiyor (Arapçada bu dilin "-al" belirlilik tanımlığını [definite article] alıyor).

YALAMA OLAN  "SÖYLEM"  TERİMİ
YALAMA OLAN "SÖYLEM" TERİMİ

Terimin anlamını bilerek kullanıyor olsaydık,  Batıda sadece kültür dilinde kullanılan bir kelime bizde halka mal oldu diye sevinebilirdik. Ama durum öyle değil. Durum bu olmadığına göre, değerli bir terimi katletmiş olduk.  Ben  "söylem" terimini kullanmaktan artık kaçınıyorum; kullanmak zorunda kaldığımda da bu kelimenin yanına parantez içinde  (discourse) yazıyorum... 

Türkçe dilindeki yabancı kökenli sözcükler
Türkçe dilindeki yabancı kökenli sözcükler

Sözcükler bellekte her biri duyularımızdan en az biri ile ilişkili "zihinsel nesneler" haline gelmiş kavramlarla (bağlandığı) takdirde bir bütünün parçası haline geliyor; yabancı sözcükler bu bağlantıyı kuramıyor.

El, Yüz ve Zihin Temizliği!
El, Yüz ve Zihin Temizliği!

Şu an için yapılabilecek olan, bir an iç sessizliğimizi sağlayıp, zihinlerimizin ne gibi kirleticilerle kirlenmiş olduğunun “farkına varmaya çalışmak”tır. Nasıl temizleneceği ise yine herkesin bireysel buluşçuluğuna bağlıdır.

Zihinsel Virüs No 4- "SANA NE!"
Zihinsel Virüs No 4- "SANA NE!"

Yarın sabahtan itibaren bu toplumsal ayıplar çevresinde duyarlık yaratmak üzere, tek başımıza ya da gruplar halinde, yaratıcı fikirlere dayalı çözümler üretmeye başlayabilir miyiz?

Zihinsel Virüs No 3- SİYASET, VATANDAŞIN SORUNLARINI ÇÖZMEK İÇİN YAPILIR
Zihinsel Virüs No 3- SİYASET, VATANDAŞIN SORUNLARINI ÇÖZMEK İÇİN YAPILIR

Zihinsel kurgu (mind set) içindeki bu virüslerden arınmadan birinci lige geçmek mümkün değildir. Nasıl arınırız? sorusunun yanıtı ise basittir: önce, bunun bir sorun olduğunu içtenlikle kabul ederek.

ZİHİNSEL VİRÜS NO 2:  EVET AMA YİNE DE!
ZİHİNSEL VİRÜS NO 2: EVET AMA YİNE DE!

Bir toplumsal iyileşme programının ilk ve vazgeçilmez adımı, zihinlerimizin bu virüslerden arındırılması olmalıdır.

ZİHİNSEL VİRÜS NO 1:  BAŞKASI YAPMASIN, BEN DE YAPMAM!
ZİHİNSEL VİRÜS NO 1: BAŞKASI YAPMASIN, BEN DE YAPMAM!

Bunun öldürücülüğü, dış kabuğunu saran adalet mesajından geliyor. Ama dış kabuk kaldırılınca altından şu dehşet verici öz çıkıyor:

ZİHİNSEL VİRÜS NO 0: SÖZ KONUSU OLAMAZ!
ZİHİNSEL VİRÜS NO 0: SÖZ KONUSU OLAMAZ!

Bu virüse, hepsinden önemlisi olduğunu belirtmek için de sıfır numarasını verdim. Kısa açıklamasını verince, ne kadar çok yerde işe yarayacağını(!) ve ne kadar başa çıkılmaz güçte olduğunu kolaylıkla değerlendirebileceksiniz.

KAVRAM EVLENDİRME ya da KAVRAMLAR AKADEMİSİ
KAVRAM EVLENDİRME ya da KAVRAMLAR AKADEMİSİ

(Dec 15, 2013), (Apr 19, 2014), (11 Sept, 2014), (Dec 1, 2014)

AKLA YERLEŞEN HER KAVRAM SONRAKİLER İÇİN BİRER SÜZGEÇ OLUR!
AKLA YERLEŞEN HER KAVRAM SONRAKİLER İÇİN BİRER SÜZGEÇ OLUR!

Dünyaya gelirken “içine doğdukları ortamlara zarar vermemek” güdüsünü de beraber getiren insan (ve diğer) türler, nasıl olup da bu hale gelebiliyorlar?

"KAVRAM TABANI" ÜZERİNDE UZLAŞI GİRİŞİMİNİ KİM ÜSTLENEBİLİR?
"KAVRAM TABANI" ÜZERİNDE UZLAŞI GİRİŞİMİNİ KİM ÜSTLENEBİLİR?

"Kavram Tabanında Uzlaşma" ulusal bütünlüğün ta kendisidir!
"Kavram Tabanında Uzlaşma" ulusal bütünlüğün ta kendisidir!

Bir arada yaşaması güç olanlar, ortak yaşam alanları da dahil olmak üzere hiçbir şekilde uzlaşmaya yanaşmayanlardır. Ama bunlar yine de bir şeyin farkındadırlar: hangi kavramlar üzerinde uzlaşamadıklarının!